“Doğu’nun Kraliçesi”ne Sunulan Bir Serenat: Antakyalı Yazılar
Şehirler; onlarca dalına yüzlerce kuşun aynı anda konup aynı anda uçtukları, aynı şarkıyı tek nefes söyledikleri, kimi genç kimi yaşlı ağaçlara benzerler. Sayısız hayat başlamış ve bitmiştir en yenilerinde bile. İllaki bazıları neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Böylesi şehirler; kökleri zaman adlı bereketli toprağın derinliklerine indikçe kendilerine özgü renk, koku ve ses kazanırlar. Ruhları durmaksızın bir konar, bir kanatlanır, sokaklarından göğün en üst katmanlarına hatta yıldızlara ulaşır. Antakya işte bu türden şehirler arasındadır, benzerine dünya üzerinde az rastlanır. Kim bilir kaç medeniyetin kabuklarında incilenmiştir. Ve yine kaç kederin örsünde dövülmüş, kaç neşenin balını devşirmiştir. Antakya’ya hiç gitmemiş olanlar bile ona hayranken nesli oradan gelenler, orada doğup orada büyüyenler, nereye giderlerse gitsinler orayı özleyenler ne yapsınlar?
Kâmil Akdoğan Antakyalı bir yazar, şair ve incelemeci. Doğal olarak başka birçok konunun yanı sıra ve elbette hepsinden ileri kadim şehrine dair yazılar kaleme alıyor. Antakyalı Yazılar’ın her biri Antakya’ya ilişkin ya da şu veya bu şekilde onunla arasında bir bağ var. Yazarın söyleyişi ile bu kitapta yer alan yazılar çeşitli tarihlerde, çeşitli dergilerde, gazetelerde, bloglarda ya da internet sitelerinde yayımlanan yazılardır. Eser Kâmil Akdoğan’ın kısa bir süre önce yitirdiği babası Oğuz Akdoğan’a ithaf edilmiş. Daha sonrasında ise Antakya’nın ilk kadın öğretmenlerinden olan Vecihe Akdoğan (Cemaligil) “Antakya Destanı” olarak değerlendirilebilecek uzun bir şiiriyle birlikte anılmakta.
Antakyalı Yazılar “çok dualı” bir şehir olan Antakya’nın tarihinden, ören yerlerinden, şair ve yazarlarından, etnik kökeni farklı halklarından, maruz kaldığı haçlı seferlerinden, kaçırılan tarihi eserlerinden, yaşadığı depremlerden, yazarın kurulmasını düşlediği kente özel eserlerin toplanacağı kütüphanesinden, toprağında yetişen yazarların onun için yazdığı kitaplardan, baharından… ve daha birçok şehre dair ayrıntıdan söz etmekte. Bu yazılar oldukça gizemli bir pazılın binlerce birbirinden renkli parçasını anımsatmakta. Her biri köşe yazısı ve söyleşi tadında. Yazar bazen havasını soluduğu, bazen büyüklerinden dinlediği, bazen özlediği, bazen başka şehirlerde izini sürdüğü Antakya’sının ayrıntılı bir resmini çizmiş, kullandığı bütün sözcüklere antik, aynı zamanda da yaşayan şehrinin esrarını yükleyerek. Üstelik din, dil, ırk ayırımı gözetmeksizin.
Eserde Antakya tarihi üzerine yazılar dikkatleri çekmekte. Antakya’yı Keşfetmek, Bir Blog Sayfası ve Düşündürdükleri, Domus Aurea, Depremin Ardından, 16 Şubat 1939, Pavot ve Zaida, 3 Haziran’da Ölmek Zor bu türden yazılar.
Türkiye’nin genel anlamda en önemli problemlerinden birisi tarihi ve kültürel değerlerine, sahip çıkamaması. Antakyalı Yazılar’da Antakya’yı Keşfetmek, tam olarak işte bu problemimize değinmekte. On binlerce tarihi zenginliğimizin yurt dışında haraç mezat satılması konu alınıyor. Antakya’yı Keşfetmek, Antakya’nın Princeton Üniversitesi’nde kapsamlı akademik ve meraklı bir çalışma ile incelendiğini müjdelese de diğer yandan kadim kentten yurtdışına çıkarılan tarihi eserlerin niceliğinin farkına varılması gerekliliğine vurguluyor. Bir Blog Sayfası ve Düşündürdükleri, antik Antakya üzerine makalelerden oluşmuş, Antiochepedia isimli bir blog sayfasından söz ediyor. Blog sahibi 2000 yıl önceki Antakya’yı belgelerle, dipnotlarla, yorumlarla gözler önüne sermektedir. Yazar konuya dair şunları söylüyor: “Henüz 100 yıl öncesi hakkında bile yeterli bilgiye sahip olmadığımız düşünülürse blog sahibinin bu yaptığı işin ne derece önemli ve değerli olduğunu tespit etmek gerekiyor her şeyden önce. Sadece bilgi vermekle kalmıyor, son derece akılcı yorumlarda da bulunuyor. Ama buradan en çok anlaşılması gereken şey ise Antakya hakkında pek çoğundan muhtemelen haberimizin bile olmadığı ya da ancak piyasaya sürüldüğünde ayırdına varabildiğimiz çalışmaların kesintisiz yapılıyor olması. Üstelik bu çalışmalar son derece bilimsel verilerle yürütülen akademik nitelikte çalışmalar…”
Domus Aurea Kâmil Akdoğan’ın Antakya tarihi hakkında yazdığı bir başka konu başlığı. “Altın Ev”, “Altın Kilise”, “Büyük Kilise” ya da “Antakya’daki Büyük Kilise” olarak da adlandırılan yapı MS 4. ve 6. yüzyıllar arasında hizmet vermiş bir eserdir. Bugün ayakta olsa St. Pierre Kilisesi ya da Ayasofya kadar önemli olacak bu kilise 1930’larda yapılan kazılarda özel olarak aranmasına rağmen bulunamamıştır.
Depremin Ardından, 2020 Elazığ depreminin ardından yazılmış bir yazı. Doğu’nun Kraliçesi diye adlandırılan Antakya, tarihi boyunca o faydan çok çekmiş, yıkılmış, yerle bir olmuş, birkaç kez sil baştan yeniden kurulmuştur. Özellikle 526 yılında meydana gelen deprem üzerinde duran Akdoğan, deprem sonucunda Antakya’nın artık asla o ihtişamlı günlere dönülemeyecek kadar yıkıldığını, tarihsel kaynakların o depremi yeryüzünün tanık olduğu en büyük dört depremden biri diye tanımladığını belirtiyor. “Bir zamanlar Doğunun Kraliçesi gözüyle bakılan Antakya evet depremler sonrası çok şey yitirmişti ama daha yakın zamanlara kadar sahip olduğu birçok zenginlik de insan eliyle yok oldu gitti.” diyen yazar Hatay’ın göbeğindeki, dünyada eşi benzeri olmayan Amik Gölü’nün tarım için kurutulup, üzerine havaalanı yapılmasını örnek olarak veriyor. Asi Nehri üzerinde bir dönem Roma İmparatorluğu’nun ihtişamına ev sahipliği yapmış ada da yok edilmiştir, kadim Roma Köprüsü de… 16 Şubat 1939. Bu yazıda Akdoğan, kenti için son derece önemli tarihle ilgili bilgilendirmelerden sonra, 1930’ların Türkiye’sini över. Henüz Avrupa’da bile yokken kadınlara seçme seçilme hakkı tanımış bir ülkedir cumhuriyetin ilk on yılının Türkiye’si. Pavot ve Zaida, İskenderun Körfezi’nde yatan iki savaş gemisine dair bir yazı. Bu iki gemi Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’u işgal etmek için sözleşmiş Fransız ve İngilizlere ait filonun tüm diğer gemileri gibi vatansever Anadolu insanı tarafından batırılmışlardır. 3 Haziranda Ölmek Zor, okurun belleğinde Hasan Hüseyin’in bir şiirini çağrıştırmakta. 1095 yılında Hristiyanlığın en yetkin dinsel lideri Papa II. Urbanus’un çağrısıyla başlayan 1. Haçlı Seferi çılgınlığının anlatıldığı bir yazı. Yazar aylarca süren Antakya kuşatmasını ve sonucunda işlenen insanlık dışı katliamı en ince ayrıntısına kadar ele alıyor. Antakya’nın bir ihanet sonucu Haçlıların eline geçtiği tarih 3 Haziran 1098. Kâmil Akdoğan, bu nedenle Hasan Hüseyin’in şiirine atıfta bulunuyor olmalı.
Antakyalı Yazılar’da Antakya konulu eser tanıtımları şunlar: Musa Dağ’da 40 Gün, İşgalde Antakya Baskını, Çok Dualı Kent, Chanson D’antıooche, Pro Archia Şair Archias Savunması, Antakya’da Yaşayan Arap Hıristiyanlar, Lal, Spartacus, Antakya Kütüphanesi, Akdeniz Akdeniz, Mehmet Karasu’ya Armağan, Tunçtan Daha Sağlam.
Musa Dağ’da 40 Gün, Antakya’da yaşayan Ermenilere ilişkin bir eser. Kâmil Akdoğan Musa Dağ’da Bir Gün yazısında başta Vakıflı olmak üzere gezip gördüğü eski Ermeni köylerini, bu köylere ait söylenceleri ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında tehcire karşı gelip dağlara çıkan Ermenileri anlatıyor. Yazı boyunca farklı etnik kökenlerden insanların barış içinde yaşayamamalarından duyulan üzüntü hissedilmektedir. İşgalde Antakya Baskını, yedi perdeden oluşan bir tiyatro oyunu hakkında kaleme alınmış. Eser, Dede Beyoğlu Hakkı Dede’ye ait. Eserin Kâmil Akdoğan tarafından yakından incelenmesinin nedeni olayların tamamen gerçekler dikkate alınarak aktarılması, üstelik Hakkı Dede, kendisi baskında belirleyici rol oynamış biridir. Manda döneminde Hatay tarihinin önemli gelişmelerinden biri olan Antakya Baskını ve özelde işgalci Fransız kuvvetlerinin yurtseverlere gözdağı vermek için kullandığı hapishanenin çeteler tarafından basılmasını konu alan bir kitap. Antakya’ya dair yazılan eserler hakkında bilgi veren yazılardan bir diğeri de Sabahattin Yalkın’ın 2012 yılında yayımlanan “Çok Dualı Kent” şiir kitabıyla ilgili. Yazar özellikle şiir kitabının ismi üzerinde duruyor. Antakya için, “Doğunun Kraliçesi”, “Doğunun Gözü”, “Doğunun Kapısı” gibi kendi tarihsel koşulları içinde son derece anlamlı tanımların bugüne dek geldiğini belirten Akdoğan, “Çok Dualı Kent” tanımlamasının da şehre yakıştığını söylüyor. Sabahattin Yalkın’ın insan sevgisi ve barış temalı kitabının önsözüne yazdığı satırları alıntılıyor, zira yazara göre bu satırlar sadece usta şairin değil, Antakyalının tanımını vermektedir.
Chanson D’Antioche, günümüzden 900 küsur yıl önce yazılmış Antakya Şarkısı adlı yaklaşık 9000 dizeden oluşan epik şiirle ilgili bir yazı. Pekâlâ destan olarak adlandırılabilecek şiir, kutsal topraklara gerçekleştirilen Haçlı Seferlerindeki kahramanlıkları (?) anlatıyor. Yazar, bu epik şiirin benzerleri gibi dünya çapında bir destan olarak tanınmaması üzerine dikkatlerimizi çekmek istiyor. Yazar bu unutuluşun ve asla dünya çapında bir destan haline gelemeyişin nedeni olarak Birinci Haçlı Seferi’nin, dokuz olarak bilinen Haçlı Seferleri en başarılısı olmasına rağmen bu seferde yapılan Haçlı barbarlığının anımsanmak istenmemesi olarak değerlendiriyor. Şair Archias Savunması, günümüzden iki bin yıl önce yaşamış Antakyalı şair Archias için Cicero’nun kaleme aldığı bir eser, daha doğrusu bir mahkeme savunması. Şairin savunmasını ünlü filozof ve devlet adamı Cicero, üstlenmiş ve tarihe geçen Pro Archia’yı hazırlamıştır. Yazar çağlar önce hukuka ve adalete değer veren insanlığın git gide hukuktan uzaklaşmasını kaygı verici, aynı zamanda da ironik bulmakta.
Antakya’da Yaşayan Arap (Rum) Hıristiyanlar, Aralık 2017’de 238 sayfa olarak bastırılmış “Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü” tarafından hazırlanan bir araştırma raporu hakkında oldukça ilgi çekici bilgiler veriyor. Çok uluslu bir kent olan Antakya’nın rengârenk çehrelerinden birini aydınlatıyor. Ve ulus devletler tarafından etkin bir silah olarak kullanılan “ötekileştirme” alışkanlığına “dur” diyebilmek adına oldukça değerli bulduğu kitap üzerine titizlikle eğiliyor. Antakyalı toplumcu yönetmen Semir Aslanyürek’in çektiği Lal filminde aydın ve sanatçılarımıza dair üzerimizden bir türlü atamadığımız aymazlık gözler önüne seriliyor. Yılmaz Güney’in yaşadığı acılar film aracılığı ile yazar tarafından bir kez daha anımsatılıyor. Ayrıca bir başka yazı da klasikleşmiş sinema filmlerinden biri olan Spartacus’e dair. Eski kuşakların sık duyduğu bir sinema sanatçısı olan Kirk Douglas’ın 104 yaşındaki ölüm haberi üzerine yazarın aklına neredeyse Kirk Douglas’ın ismiyle özdeşleşmiş bir film olan Spartacus geliyor. Defalarca izlediği filmde Antoninus’ın okuduğu özgürlüğe dair uzun bir şiiri alıntılıyor. Özgürlük insanlığın yitik hazinesidir kuşkusuz.
Antakya Kütüphanesi, yazarın içinde sadece Antakya’ya dair eserlerin bulunduğu bir kütüphane kurulması ve bu kütüphanenin görevini aşkla yapacak çevirmenlerle donatılıp, başka dillerde yazılmış sayısı belirsiz kitabın dilimize de kazandırılma arzusu ile başlıyor. Sonrasında dünyanın başka ülkelerinde Antakya üzerine yazılmış binlerce eserden biri olarak “The Legend of Seleucus: Kingship, Narrative and Mythmaking in the Ancient World” dan söz ediyor. Akdeniz Akdeniz, Antakyalı usta şair Sabahattin Yalkın’ın “Aşkdeniz” isimli “bir ucu şairin doğduğu topraklara dek uzanan sıcak derya” için yazdığı şiirleri topladığı kitaptan söz eden bir yazı. Kâmil Akdoğan şairin Antakya için kullandığı “Çok Dualı Kent” ve “Aşkdeniz” tanımlamalarının son derece güçlü ifadeler oldukları üzerinde duruyor . Mehmet Karasu’ya Armağan; aynı adı taşıyan, Antakya kültür, sanat ve edebiyatının önemli isimlerinden eğitimci, yazar Mehmet Karasu’ya armağan olarak, Hatay Büyükşehir Belediyesinin katkılarıyla H. Haluk Erdem tarafından hazırlanan kitap hakkında yazılmış. Esere çoğunluğu Hatay kökenli altmış üç şair ve yazar katkılarını sunmuşlar. Yazar bu uzun yazar ve şair listesini vermeyi de ihmal etmiyor. Kâmil Akdoğan bu yazı aracılığıyla, vefanın kalbe ferahlık veren kokusunu hissettiriyor bize. Tunçtan Daha Sağlam, 18. yüzyılın ilk yarısında Antakya’yı gezen seyyahlardan birisi olan Charles Perry’nin “A View of Levant: Particularly of Constantinople, Syria, Egypt and Greece” isimli kitabında Antakya hakkında yazdıklarını ele alan bir yazı. Barışın Kuyumcuları, Antakyalı şair Arif Coşkun’a ve Barışın Kuyumcuları isimli eserine dair. Barış yazarın da dile getirdiği gibi hava kadar su kadar ihtiyaç duyduğumuz bir kavram fakat ona ulaşmak da onu elde tutmak da çok güç. Akdoğan yazısını, barış üzerine yazılmış en güzel şiirlerden biriyle, komşumuzdan bir ozan Yannis Ritsos’un şiiriyle bitiriyor.
Antakyalı Yazılar, kadim ve capcanlı bir mozaiğe benzeyen Antakya’nın yetiştirdiği birçok sanatçıyı saygı ve sevgi ile anmakta. Bu anış tıpkı kentin asla solmayan çehresi gibi rengârenk… Kavafis, Juvenal, Sabahattin Yalkın, Arif Coşkun, Bekir Sıtkı Kunt, Euphorion, Ali Yüce, Antakyalı Valens hem eserleri ile hem de sanatçı kişilikleri ile ayrıntılı bir biçimde anlatılmakta. Ayrıca Antakya Konulu Gravürler ve Sanatçıları isimli yazıda eserlerinde Antakya’yı işleyen gravür sanatçıları tek tek şöylece sıralanıyor: William Henry Bartlett (18091854), S. Waret, Roguet, CharlesMichel Geoffroy , R. Cockburn, Antonio Bonamore (1845 – 1907) , H. Warren, Gustave Dore… Ve özellikle William Henry Bartlett hakkında geniş bilgi sunuluyor. Cemreler Düşerken, Korona’nın Gölgesinde, Hıdrellez ve 6 Mayıs 1972, Komşudaki Acı isimli yazılar da özel günlerde Antakya’ya dair anımsayışları işlemekte.
Antakyalı Yazılar yükte hafif, pahada ağır bir kitap. Eski Doğu’nun Kraliçesi diye anılan, antik çağın kültür merkezi olma özelliği taşıyan, bir kültür mozaiği olduğundan asla şüphe etmediğimiz 4000 yıllık kadim şehre dair sayısız ayrıntının olduğu bir eser. Kâmil Akdoğan’ın aslı ve nesli Antakya’dan geliyor, ata şehrine ilişkin uzun ve rengârenk bir serenat kaleme almış. Dünyanın ta kendisi gibi hüznü bol, neşesi az bir serenat okuyacaksınız Antakyalı Yazılar’ın satır aralarında. Kitaptaki sayısız ayrıntının çok az bir kısmını yansıttığımı düşünüyorum. Gerçek keşfi okuyucular kendi gözleri, akılları ve yürekleri ile yapacaklardır.
Hatice Eğilmez Kaya