Emine Erbaş’ın İstanbul Annem Kitabından İzlenimler
Hatice Eğilmez Kaya
“Ne kadar uzaklaşırsa / uzaklaşsın aşk bizden / yüreğimizde / kocaman bir ay taşırız biz / dünyayı titreten” (İstanbul Annem, s. 89)
Toplum, doğa, insan ve sayısız gök cisimleriyle süslü evren; kendilerine dikkat kesilenler için müthiş bir esin kaynağı. Şairler binlerce yıldır birey penceresinden genişleyen daireler halinde, var oluşumuzun ufuklarını izlemekte ve görüp duyumsadıklarını dizelere aktarmakta. Emine Erbaş bu evrensel izleğin 1937 – 2020 yılları arasında, Türkiye gibi şiir açısından zengin bir coğrafyanın bireyi olarak yaşamış; kendine özgü şiir dilini kurabilmiş bir şair. Erbaş’ın şiirlerinde en belirgin yön, kadın duyarlığıyla oluşturulmuş olmaları. Ondaki duyarlılık anne, İstanbul, çocukluk, aşk, kadın, toplumsal ve evrensel kederler, hüzün, yalnızlık gibi lirik temalar ekseninde biçimleniyor. Lirik ve mitolojik olana yönelen şair, okuruna gerçeklerin yanı sıra büyülü bir atmosfer de sunmakta.
İstanbul Annem, şairin 2003 yılında yayımlanan şiir kitabı. Kitap üç bölümden oluşuyor: Tan Sesi, Yükseklerdeki Cennet ve Belleğimdeki Resimler- Evler ve Aşklar. İlk bölümdeki şiirler sık sık geçmişe dönüşlerle kurulmuş. Çocukluğu, çocukluğunun İstanbul’u, o eski kente ait belleğin derinliklerine sinmiş yüzler ve anımsayışlar var. İkinci bölümde gençlik yılları, evliliği, yavaş yavaş kirletilen ve kimliği çalınan bir kent, çare bulunamayan bir umarsızlıkla geçip gidiveren ömürler irdeleniyor. Son bölüm de yine anılardan, eski aşklara doğru yapılan soyut yolculuklardan, kadın kimliğinin yansımalarından esintiler taşıyor. Her üç bölümün ortak özelliği geçmişle şimdiki zaman arasında mekik dokumaları. İstanbul ve anne odaklı olmaları. Eserde şairin dünü ve bugünü nasıl bir arada ele alınıyorsa yaşayan İstanbul’la anılardaki İstanbul da iç içe geçmiş durumda. Üstelik sözü edilen geçişler birdenbire gerçekleşiyor. Kitaptaki şiirler 1998- 2002 yılları arasında yazılmışlar. Ve önemli oranda çeşitli dergilerde yayımlanmışlar. İstanbul Annem’den edinilen izlenimler Erbaş’ın şiir evrenine ilişkin önemi ipuçları verecektir.
Eserin adı kitabın ana temalarını ele verir nitelikte. Şair kitabın merkezine kendi lirik penceresinden baktığı İstanbul’u ve annesini yerleştirmiş. Eserine Nazım Hikmet’in şu dizeleriyle başlaması tercihini destekliyor: “İki şey vardır ancak ölümle unutulan / Biri anamızın yüzü, diğeri şehrimizin yüzü” Çalılıklarda, Tan Sesi- Bebek- Ben/ İstanbul Annem, Mari-Sen, İstanbul’a Kar Yağıyordu, İstanbul Çamlar Semtiydi gibi şiirleri anne ve İstanbul temalarını doğrudan doğruya ele alırken başka birçok şiirde hem İstanbul’a hem de anneye bağlılık kavramları sık sık karşımıza çıkıyor.
“Ne zaman geçsem / iğde ağacının içinden / ben ağlıyorum ben / içimde annem” (14) Şair yüreğinde kederli anımsayışlar, şeker almak için bir koşu gittiği Yıldız Bakkal’ın yolunda gördüğü iğde ağaçları… Çocukluğunda iğde ağaçlarını geçerken ne kadar da şendi kim bilir? Fakat çocukluk uçup gitmiştir, Yıldız Bakkal geçmiş zamanlardan birinde dükkânını kapatmıştır, annesi ise ölmüş, çekip giden çocukluğu gibi onu terk etmiştir. Şair tüm bu yitirişler ve anımsayışların içinde ağlarken annesi ile aynılaşır. “Ben / Kızılay’da günortasında gece yapayalnız/ kalakaldım anne / kesilen bir bilet gibi / canım ciğerim dar / durduran kim bu treni” (16) Kaç yaşında olursa olsun bir kadın, tüm yaralarını ve kötümser yaşanmışlıklarını sağ ya da ölü olsun annesine anlatır. Anneler sonsuzluğun tam da orta yerindeki dert ortaklarımızdır. Durup durup onlara sığınırız. Gerçekte de düşlerimizde de. Emine Erbaş annesine ait duygularını gerçek ve düş arası bir noktada anlatıyor: “Su içerken çiziyorum güneşi / sırça köşklerin gerisi dere yatağı orman / ahşaptan sarkan izler üstündeyim / izler hep seni gösteriyor annem.” (18)
İstanbul, Türkiyeli şairlerin ortak ütopyaları olan kent. Fakat bu kenti anlatmak için orada özellikle çocukken yaşamak gerekir. Sırlarını ancak onlara açıyor, en güzel İstanbul şiirleri çocukluk ve gençlik yıllarını orada yaşayanlara kısmet oluyor. Emine Erbaş doğma büyüme İstanbullu. Şiirlerinde kentine ait ayrıntılara sıkça yer veriyor. “Bir vapurun güvertesindeyiz / gözlerimle öpüyorum güneşi / martılar baştançıkarıcı / deniz bizden habersiz / yanımda oturan annem mi ki / ben köpük prensesi olmalıymışım / Haliç karanfil, Aşil kuş cenneti…” ( 26) Alıntıladığımız dizelerde şair gençlik aşkını, annesini ve İstanbul’u bir arada anıyor. Başka bir örnek: “Renklerin pelüş körfezinde; durdu izledi denizi / gördüğü en kuşkulu düştü sanki- çocuktu / İstanbul’a kar yağıyordu” (44)
Kitapta imgesel bir anlatım ağırlıkta. Sık sık kullanılan mecaz ve değişmeceler soyut ve somut olanın birlikteliğinden güç alıyorlar. “Yüzlerce gözün birikimi / orkestra gibidir yaşam / telli dövmeli çalgılarda oluşan senfonik bir şiir” der örneğin. (53) Ya da “yüzünü görüyorum binicisiz yüzünü / rüzgârı yıkasa da ırmak / olması gereken yerdedir hep ” der. (72) “Acılar uzun seviler kısa / biliyorum / Beyaz sülünlerin gezdiği yerde / Yalnızlık denince / Bir kar tanesi düşüyor ellerime / Alıp koynuma gizliyorum” der. (35)
Şiir sonlarına ilişkin olarak, Emine Erbaş şiirlerinin oldukça dikkat çekici ve vurucu bir biçimde sonlandırıldığı vurgulanmalı. Bu özellik hemen hemen her şiirde karşımıza çıkıyor. Birkaç örneği şu şekilde verebiliriz: “zaman kimin umuru / leylak kokardı geceler sümbül / sen geçerken” ( 25) “istersen ölümü de giyebilirim ama / ben annemi hiç özlemedim ki / ezberledim” (10) “sen ve ben biziz her şey / kurşun atar gibi / kalbimizin atışları renkahenk” 30)
İstanbul Annem’i içerik ve anlatım açısından zenginleştiren yönlerden birisi de şairin mitolojik öğelere yer vermesi. İnsan soyu her ne kadar modernliğe övgüler düzse de bir yanıyla o en eski destansı çağların özlemini duyumsamakta. Mitoloji insanlığın dünya üzerindeki masumiyetinin ve katışıksızlığının izlerini taşıyor. “Sen, Meryem gözlü / güneşin doğuşu / kardeşimdin benim – hem nem / belki de / göçebe göğüslü bir Hun’du annen / doğma Nefertiti’den” ( 61) “Aşil büyük savaşçı sevgilim benim / evcilik oynuyoruz onunla durmadan / o şişeleri kırıyor, ben / bebek şekerleri alıyorum / Yıldız Bakkal’dan” ( 26) Yıldız Bakkal da Emine Erbaş’ın ömrünün mitolojik çağlarına yani çocukluğuna ait bir parçadır ki hiç unutulmaz.
Erbaş toplumsal ve evrensel duyarlık sahibi bir şair. Bakınız savaş hakkında ne diyor: “Gözlerimi verirdim, inan bana / Tüm savaşlara hayır diyebilmek için” (88) “Sırtlanların gece uluyup gündüz uyuduğu / bir dünyayı paylaşıyorduk / çevrede küskün insanlar vardı / ekmeği karne ile yiyorduk / lamba dönemiydi” (23) Çocukluğu 2. Dünya Savaşı’nın korkunç yoksulluğunda ve sonrasında içinde geçiyor. Savaş halklara yoksulluk, sermaye sahiplerine varsıllık sunan acımasız bir eşkıya değildir de nedir? Şair aynı şiire “yeni savaşlar var dünyamızda / güneşte sera etkisi – Afgan kızı / Şarbat Gula’nın resmi fotoğrafta / çiçekler balıklar gökyüzü çocuklar…” diye devam ediyor. (24) Şarbat Gula 1984 yılında Sovyet Afgan savaşında annesiz ve babasız kalan bir kız çocuğu. Pakistan’daki mülteci kampında Batılı bir gazeteci tarafından fotoğrafı çekilmiş. Onun korku, endişe ve öfke savaşın en çok çocukları vurduğunun kanıtı. Erbaş çiçekler, balıklar, gökyüzü ve çocuklar diye sıralarken savaşta hiçbir kabahati olmayan doğanın ve çocukların olan biten kötülüklerden etkilenmelerine içerliyor. “Ağla insanoğlu ağla iki yüzlü / tutsaklık bu” (50) diyerek geçmiş ve gelecek tüm çağlar adına ağlamamızı istiyor bizden.
Çocukluk her birimizin, özellikle de şairlerin mahzeni, sandığı, zaman zaman uğradığı asla solmayan bahçesi. “Çocukluk ansızın geride kalır- evet” (62) diyen Emine Erbaş İstanbul Annem’in hemen her şiirinde çocukluğuna ilişkin çağrışımlara yer veriyor. Çocukluk onun için bazen yalnızlık, bazen köşebaşı bakkalından alınan şekerler, bazen komşu ziyaretleri, bazen annesinin yedirdiği çikolatalar, bazen mor entarili, Yıldız Mecmuası okuyan, bitişik evde oturan, hayran olunan kadın, bazen içinde korkusuzca dolaşılan tren yolundaki palmiyeli evdir. Çocukluğunu özler durur. “Komşular gelse, komşulara gitsek / çikolata yedirse annem / yine komşular da sevse beni” der. (17) “Tüm çocuklar gibi saftık güzeldik / inanırdık Mari’nin mantar sözüne / içimizde biryerlerde / ışıklı bir ağaç gibi büyüyordu özgürlük” der. (23) “Yokluk tanrının yalnızlığı / bir de çocukların annem / bu gece kimsesiz sensiz örtüneceğim güneşi / bu gece birden fazla cehennem” der. (44) Şair için büyümek gittikçe çoğalan cehennemler ve annesiz kalmak olsa gerek.
İstanbul Annem’de aşk teması yoğun bir biçimde kendisini hissettirir. “Aşka dönüş yok / gidenler gitti deniz aşırı” deyip hüzünlense de (58) “Şimdi kalbim / bir eşkıyanın av çantası kadar boş ve üzgün” dese de(19) kalbinde eski aşkların rüzgârı eser, üstelik yeniden ve hep yeniden sevmeye eğilimlidir şair yanı. “Aşkın terzisiyim / seni sevdiğim için öncekiyim / şimdiyim geleceğim / yitirilmiş günbatımları esmer uçkun” der. (20) “Aşk ki bir varmış bir yokmuş hiç / gecenin koynunda kaç bağbozumu” der. (49) “Açıklanamayan bir tek şey-miş- aşk / örüldüğünde avucunun danteline / ölümdür insan süsü günah // yaşamın masalına düş gibi / ıssız bir gecikmeyle de olsa girer içeri // sessiz ya da büyük bir gürültüyle / çıkar gider, o örümcek gülüşlü peri / unutulmuş küçük bir mavi / sözcük kalır geride /AŞK” der ve niceleri…
Tarif etmeye çalıştığı kederleri var Emine Erbaş’ın. Hüzün ve yalnızlık kokan. Çünkü salt kendisi olarak yaşamaz hayatı, dışarıda parçalanan bir kuş için ağlar örneğin. “Ağladım bugün / Yüksek yüksek dağlara kur evini / Çizdiğim bir kuş resmi değil / Dışarıda bir kuşu parçaladılar şimdi” der. (79) “Durmadan ölür, yabansı.” Yaşama âşıktır ve insana (29) fakat yine de hüzün yakasından düşmez: “sen gümüş kanatlı hüzün ey / ağzı zambakgil teni zencefil dalı / kolay mı terk etmek anakaranı senin / kapındayım bir kuş gibi yaralı” (31) der. Yalnızlığına sıkılan bir kurbağadır o. (49) “bir kartal dostum olsun istiyorum / suların sesi de yalnızlıksa eğer” diye betimler içindeki yalnızlık duygusunu. (37) “Yaşama yeni adlar ulasa” da “yüzünün bir yanı” gülmez, “eskileri yenilerle değiştirse” de “umarsız ömrü” için “sensiz bensizlik” tanımını uygun görür. (66)
Varoluş insanlığın ortak kaygısı, en çok da şairlerin. Erbaş işte bu kaygıyı etiyle, canıyla duyumsayan biri… “İnsan dal gibi çıplak / dağ kadar açık” der. (73) İnsanlık adına “ölümün ve koyakların değiştiği gibi değişti / nehir kıyılarında oturamayacak artık” deyip kederlenir. (73) Varlık onun için “sonsuz bir çözülme”dir. Akşamın kuytuluğu ona evrensel endişeleri anımsatır. “Bir buğday tanesinin sıcacık kalp atışını” duyumsar. Yaşadığı duyumsayışlar bilincinde sızılı bir ağırlıktır. “Usumda sürekli barışmıyor akla kara / olmak olmamak an meselesi / bir alın daha / yazılıyordur şimdi / akşamın kuytusunda” (95) der.
İstanbul Annem fazlalıkları alınmış, arı duru bir kitap. Fakat nedense okurun hem aklını hem de kalbini yoruyor, tam yorması gerektiği kadar. Tuhaf ve anlatılması güç bir tat bırakıyor dilinde. Faydası tartışılmaz dağ meyveleri gibi. Aşkla, hüzünle, yalnızlıkla, anneye ve çocukluğa özlemle, ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği kentine sevgiyle, toplumsal ve bireysel duyarlılıklarla örülü. Kadınca, bir o kadar da ozanca. Son söz olarak belirtilmeli ki İstanbul Annem, Emine Erbaş’ın en çok sevdiği kitabı. Kuşkusuz okuyanlar da seveceklerdir ve onun şiir diline hayran kalacaklardır.
Verimli okumalar, şairi anlayabilmek dileklerimle…
Kaynak: Emine Erbaş, İstanbul Annem, Gerçek Yayınları, İstanbul, 2003.