YAYINEVİNİN NOTU
Okudukça Sevelim Çoğalalım Kitap Kulübü geçtiğimiz yıl yayınevimizden çıkardıkları bir kitapla çalışmalarını üretime yönlendirmeyi başarmışlardı. Bir yıl kadar sonra ikinci bir kitap dosyasıyla geldiklerinde çok sevindim. Demek ki faaliyetlerine devam ediyorlardı, üstelik üretmeye de devam ediyorlardı.
Başta bu kulübü bugünlere getiren Semiha Baysal olmak üzere tüm üyelerine saygılar, selamlar…
Ne de güzel öykülerdi okuduklarım.
Fakat güzel olmalarından öte bu birliktelik, üretim her şeyden değerli benim ve benim gibi düşünenlerin gözünde…
Bir kitabı okumak, sonrasında da topluca değerlendirmek hem okunulan şeyin çok daha iyi öğrenilmesine yol açıyorken hem de hep dayatılan bireyciliğin tam karşısında esaslı bir duruş anlamına geliyor. Bu duruş üretimle de taçlandığı anda bir kitap kulübü en olması gereken, en işlevsel, en yararlı biçime bürünüyor. Zira onca tantanaya rağmen bireyin tek başına hiçbir şey olmadığının her saniye çok daha iyi anlaşıldığı günümüzde; birlikte olmak, birlikte üretmek tek tek bireylerin gücüne misliyle ama misliyle güç katıyor, sonra bir bakıyorsunuz sadece okumayı sevmekle başlayan bir çabanız çoğalmanın tadına varıyor, bu çoğalma ile ufkunuz da genişliyor, tutkunuz da artıyor, olanaklarınız da büyüyor…
Amacı sadece daha iyi öğrenmek ya da sosyalleşmek olsa bile ürettiği anda bu amaçtan çok daha fazlasına ulaştığına tanık oluyor insan. “Çok daha fazlası” elbette kişiden kişiye değişse de birlikte olmanın gücü dünyanın her yerinde “birlikten alınan güç” demek aynı zamanda.
Ufkunuz genişlediği için yazmanız daha kolaylaşıyor. Gördüğünüz her şeye “Bunu nasıl yazarım?” diye bakıyorsunuz. Nasıl yazacağınızı düşünürken arka plan araştırmaları yapıyor, yazınızı kuvvetlendirecek malzemeler arıyorsunuz, çok da kolay buluyorsunuz. Çok kolay buluyorsunuz çünkü ulaşmak istediğiniz bir hedefiniz var, dahası nasıl ulaşacağınızı biliyorsunuz. Hatta artık zamandan şikayet etmeye başlıyorsunuz, “Ben hangi birini, ne zaman yazacağım?” diyorsunuz. Bu arada belki siz farkına varmıyorsunuz ama her yeni yazdığınız bir öncekinden güzel oluyor.
Ne kadar kurgusal olursa olsun her öykü biraz da belgedir aynı zamanda. Belki bir fotoğraf gibi tüm gördüklerini bire bir yansıtmaz, belki bir belgesel filmi gibi ana temaya derinlemesine yaklaşmaz. Elbette yazanın da becerisine bağlı olarak ama amacı açık seçik anlaşılsa da ya da hiç anlaşılmasa hatta hiçbir ulvi amacı olmadan sadece duyduğunu, hissettiğini, kurduğunu yazsa da ne onun öykü tadı ya da özelliği bozulur ne de değerinden bir şey kaybeder. İçinde insan olmasa bile kaynak her zaman insandır çünkü… Üstelik bizzat yazanın kendisidir.
Bu yüzden veriler peş peşe kendini gösterir satırlar uzadıkça. Öykü bittiğinde de yazandan izler taşıyan pekala bir belgedir ortaya çıkan.
Bir öyküyü herkes her türlü değerlendirebilir ama sanatı toplum için düşünen herkes toplumsal kaygıların, ekonomik ilişkilerin, büyüklüğü ne olursa olsun topluluk çatışmalarının izlerini sürmeye çalışır o hikayelerde. Bulmak hiç de zor değildir, çünkü kaynak bellidir. O kaynak aynı coğrafyada, aynı koşullarda yaşayan en küçük bileşenidir toplumun.
Böyle baktığınızda seyahat gibi son derece keyifli bir uğraşta karşılaşılan herhangi bir imge sizi sayfalar boyu yazdırabilecek bir noktaya getirebilir. Bir batıkta anti-emperyalist izleri çok kolay görürsünüz örneğin, bir kilise ötekileştirilmiş bir halkın her şeyini anlatabilir. Bir aşk hikayesi bırakın yaşandığı yılları, yaşadığı yüzyılı canlandırabilir gözünüzde… Evde, tarlada çalışan, bir de üstüne çocuk bakan bir kadının yaşamı ataerkil düzenin bütün çirkinliğini, bütün adaletsizliğini anlatmaya yeter…
Bir öykü sizi alıp Mardin’e götürür örneğin. Ezidilerle tanışıtırır, tanıştırmakla da kalmaz yüzlerce yıldır süren yaralarını hatırlatır.
Bir başkası yine bir başka toplumsal acıyı anımsatır, sahiplerinin artık olmadığı bir adada bir zamanlar orada kimlerin kim bilir neler yaşadığını, neler ürettiğini efsane tadında bir aşkı anlatarak empatiye zorlar.
Bir başkası Ankara’nın gri semalarından başlar, alır sizi 1999’daki korkunç Gölcük Depremi’ne götürür. Hatırlattığı şey sadece yitip giden canlar değildir. Rant için her fısatı kollayanların umurunda değildir insan hayatı… 6 Şubat’a yanarken daha Gölcük’teki yaranın kapanmadığını görürsünüz…
Kula’yı gezerken “modern” denen yapıların ruhsuzluğunu hisseder, kültürel mirasın yarınlarımız için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlarsınız.
Keza Portekiz gezinizde günümüz kent yaşamında değerlerin, ilişkilerin nasıl metalaştığını görürsünüz.
Varşova’yı gezerken Nazilerin korkunç yıkımı satır aralarına girmeden edemez…
Batum’da, sınırın hemen öbür tarafında, neredeyse akraba diyebileceğimiz bir coğrafyada ayrım çizgisi oluştuktan sonra parçalanmış aileler, çile çeken kadınlar, iletişimsizlikle beraber derinleşen bir toplumsal travmayla karşılaşırsınız…
Ama kurgu geziyi de anlatsa günümüzün nesnel koşulları bir biçimde girmek zorundadır hikayeye. Çünkü kaynak insandır. O insan yüzlerce yıl öncesini de yazsa; bugün, bu topraklarda yaşamakta, hepimizin yaşadığı aynı havayı solumaktadır. O havada herkesi rahatsız eden her şey elbette takılacaktır kaleminin uçlarına.
“insanın umutları tükenirken sadece umutsuz kalınmazmış. Güvensiz, yaşamaya dair isteksiz, anlamsız ve karanlık olurmuş insan.”
Üçüncü kitapta umudun çok daha büyüdüğü yeni, güzel, mutlaka daha güzel öykülerde görüşmek dileğiyle…
Sevgiler, selamlar…
Kamil Akdoğan






