Sait Faik’in Mahkeme Kapısı’ndan Yansıyan İnsanlık Manzaraları
Sait Faik, insana dair her ayrıntıya kulak kabartan, dikkat kesilen bir kalem. Bu nedenle yolunun Mahkeme Kapısı’na uğraması da çok doğal. Unutmamalıyız ki mahkeme kapıları dünya serüvenimizin önemli duraklarındandır.
Beşeri adalet; mahkemelerde zaman zaman iyi niyet, bazen üstün körülük ve bazen de küçük çıkar hesaplarıyla fakat her zaman olanca yetersizliğiyle görünür olma çabası gösterir. Ve kapılarından sayısız bize ait ayrıntı dağılır evrenin dört köşesine. Sait Faik’in Mahkeme Kapısı adlı öykü kitabında işte bunlardan bir kısım kesit toplanmış.
Yirmi altı “insan öyküsü” var Mahkeme Kapısı’nda. “Haber” isimli gazetede bir ay adliye muhabirliği yapan Sait Faik, kitaptaki öykülerin tümünü tanık olduğu duruşmalar sırasında edindiği gözlemlerinin bir sonucu oluşturmuş olmalı. Buna göre öykülerin tamamı 1942 yılında yaşanmış öyküler.
Öykülerin isimleri sırasıyla şunlar: 1)Seylan Çayı Hırsızları 2)Modern Bir Karı- Koca 3)Bursa’dan Cesur Bir İhtiyar Geldi 4)İki Buçuk Liralık Rüşvet 5)Bir Peri Masalı mı? İpekli Kumaş Hırsızlığı mı? 6)Üç Bayan Bir Bay 7)Koltuk Değnekli Adam 8)Pişmanlık 9)Nüfus Tezkeresiz Adam 10)Sultan Mahmut Türbesi’nin Kurşunları 11)Altmış Liralık Bir Kadın Çantası 12)Bıçakla Oynanmaz 13)Yüze Yakın Basmak 14)Çamaşır İpleri ve Don Gömlek Hayaletleri 15)Üniversiteliler ve Bir Bayan 16)Artistler Turneye Çıkarken 17)Bu Senenin Meşhur Karakışı Cinayeti 18)Dayının Ceketi 19)H. Soğukpınar 20)Yerli İskoç Kumaşından Spor Ceket 21)100.000 Marsilya Kiremiti 22)Meryem Ana Kandilli Ampulünün Kordonu 23)Bir Muharebe 24)Başkalarının Derdiyle Dertlenen Bayan 25)Mahkemeye Verilen Mektuplar Kimin? 26)Portakal Ezmelerinde Boya Var mı, Yok mu?
Öykü de dâhil olmak üzere edebiyat eserlerinin gerçekliğe olan mesafesi, üzerinde önemle durulan meselelerden olmuştur her zaman. Sanatsal metinler şüphesiz her şeyden önce kurgusal özellik taşırlar. Bununla birlikte yazar eseri ve gerçeklik arasındaki mesafeyi düzenleme konusunda son derece özgürdür. Sait Faik, günlük hayatın içinde insanları sürekli gözleyen ve irdeleyen bir yazar olarak hayali insanlardan çok, kanıyla canıyla yaşayan insanları ele alır. Mahkeme Kapısı’nda takip edilen davalardan izlenimlerin yer alması bu kitaptaki gerçekliği arttırıyor.
Mahkeme Kapısı’nı okurken Sait Faik’in ne kadar sevecen bir yazar olduğunu bir kez daha duyumsamamız mümkün. Kitaptaki öykülerde yazar kahramanlarına şefkatli davranmış. Her birini, yargılamaktan sakınarak tanıtıyor okuruna: “Suçlu yerinde bir kişi var. Yaşar isminde bir kara çocuk. Ama ne kadar esmer. Saçları duman gibi kara, duman gibi tütüyor. İki kaşı birbirine değiyor… Küçücük ellerinde, yıkanmış olmasına rağmen, hâlâ fotin boyalarının lekeleri belli.”
Bir öyküde, hakkında verilen karardan hiç de memnun kalmayan yaşlı bir adam, Sait Faik’e sorar: “Sen ne yazıyordun biz içerde konuşurken?” Sait Faik cevap verir: “Hiç baba, gazete için…” Gazetede haber olmak düşüncesi hoşuna giden adam. “Ha yaz, yaz! De ki, bir cesur ihtiyar geldi, canına okudu kendisine dolandırıcı diyenlerin, de. Sonra da beraatını aldı, gitti Bursa’ya de…” der.
Eserde 1940’lı yılların Türkçesi kullanılıyor. Günümüz Türkçesinde bizlere yabancı ve eski gelecek sözcükler bunlar. Verilen dipnotlarla sözcüklerin açıklamaları yapılmış. Tevellüd (doğum tarihi), maznun (sanık), müddeiumumi (cumhuriyet savcısı), zahir (kuşkusuz- anlaşılan), mütehassıs (uzman), ehlivukuf (bilirkişi)… Örneklerde görülen sözcükler öykülerin kaleme alındığı dönemin yaşayan Türkçesi olmakla birlikte daha sonraları kullanımdan kalkarak yabancılaşsa da Sait Faik bağlı bulunduğu toplumun dil haritasını çıkarıyor aynı zamanda.
Mahkeme Kapısı’nda kişi betimlemelerine oldukça önem veriliyor. Kahramanlar gerek fiziksel, gerek ruhsal ve gerekse davranışsal yönleriyle bir bütün olarak en ince ayrıntısına kadar resmedilmiş. Aynı zamanda bu betimlemeler sosyal sınıf, eğitim seviyesi, ekonomik yapı unsurları ile de desteklenmiş: “Üç delikanlı maznunun (sanık) üçünün de saçları alabildiğine büyümüş. Adeta kafaları, ısırganlar ve baldıranlar bitmiş harap ve bakımsız bir bahçe halinde, vahşi otlarla dolu. Kafalarının arkaları üçünün de dümdüz. Küçücük bir yuvarlaklık ve çıkıntı yok. Yüzler uzun ve büyük. Bir tanesi çenesine yün bir kaşkol bağlamış. Biri yırtık ceketli, ötekinde eski lime lime bir kazak, üçüncüsünün yalnız mintanı var. Bu mintandan parça, kiraz beyazlığında, kansız bir ten gözüküyor.”
Bir şiirinde “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diyen Abasıyanık, insandan ümidini kesmeyenlerden… Bununla birlikte tanık olduğu olumsuz manzaralar onun sanatçı yüreğinde başkalarına yaptığı etkinin yüzlerce misli etki uyandırmakta. Her ne kadar karamsar bir kimse ve yazar olmasa da adliye izlenimleri içten içe kederlenmesine yol açar. Bir cinayet davasından çıktığında ne hissettiğini şöylece anlatmaya çalışır: “Sokağa çıktım. İçimde hakiki bir melal (hüzün) vardı. Başım dönüyor, ellerim terliyordu. İnsanlara bakıyordum. Her mevsimde birbirlerini sevmek için yaratılmış bu bazen meyus (üzgün), bazen şen, bazen gürültücü, bazen melankolik geçip giden kalabalıktan hiçbirisinin kendisi gibi sakalları büyüyen, kendi gibi gülen ve ağlayan, kendi gibi hislenen ve sevişen bir mahlûku öldüremeyeceğini, bu mahkeme salonunda gördüğümün nesli tükenmiş bir insan numunesi olduğunu düşünüyor; hiç kimseye ama hiç kimseye, kendisinin her hususta eşi bir mahlûku öldüreceğini isnat edemiyorum.”
Merhamet… Acıma duygusu… Kalbi yumuşak olanlarda olmazsa olmaz duygular… Hayatın her alanında, elbette yazarken de asla sert bir tutum sergileyemeyen Sait Faik, Mahkeme Kapısı’nda gördüğü ihtiyaç sahibi, hayatın türlü sıkıntılarını yaşayan kimseleri resmederken duyumsadığı derin üzüntüyü de yansıtır: “Hasan’ın suçunun mahiyeti tevkif edilmesine neden oldu. Kapıda bir polise teslim edildi. Koltuk değneklerinin arasında bir bacağı ileriye geriye sallana sallana, sıçrayarak uzaklaştı.”
Sait Faik’in öykücülüğüne dair yaygın olarak kabul edilen bir değerlendirme şudur ki katılmamak mümkün değildir: “Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları ‘küçük adam’ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinmeyen yönlerini gösteren, bir moda haline getiren, en güzel hikâyelerini yazan o olmuştur.” Mahkeme Kapısı’ndaki öykülerde yazarın bu özelliğinin yansıması oldukça belirgindir.
Her şeyin bir sonu olması eşyanın doğasının gereğidir. Ve çoğu kez sonlar başlangıçlardan daha önemlidir. Bu gerçek edebiyat eserlerinde de kendisini gösterir. Bir eserin bitimi okuyucu üzerinde iz bırakır nitelikte olursa ağızda kalan son lezzet benzeri bir etki uyandırır ki bu etkinin tarifi oldukça zor, hatta neredeyse imkânsızdır. Mahkeme Kapısı’nda öykü sonlarının hemen hepsi işte bu türdendir: “Benim Hasan’ın beraatına mı, yoksa avukatın garip dileğine mi bilmem, gözlerim yaşardı.”
Kadılık kurumu her ne kadar birçok kişi tarafından -hem de çoğunlukla haklı olarak- birçok kez eleştirilse de kanunların rehberliğiyle, kendi hür vicdanı olan sayısız kadı bu dünya üzerinden geldi ve geçti. Sonrasında onlardan bize bir mahkeme etme geleneği yadigâr kaldı. Onlar davacıyı, davalıyı ve tanıkları titizlikle dinleyip, elde olan kanıtları değerlendirip adil ve hakimane bir sonuca varmaya çalışıyorlardı. Yöntem ve teknik buydu. Cumhuriyetin ilk yıllarında hukuk sistemimizde hâkim olan gelenek onların mirasıydı. Mahkeme Kapısı’ndaki öykülerde onlara ait bu izleri görüyoruz. Hâkimlerde babacan ve davaya hâkim bir hava sezilmekte. “Sana gelince Aristidi, senin söylediklerine de inandım. Onun için seni de, beraat ettiriyorum. Fakat bir daha parasının verildiğini iyice görmeden, bir malı arkadaşın da verse alma, dikkatli ol oğlum.”
Yıl 1942… İkinci Cihan Harbi bütün şiddetiyle devam ediyor. Türkiye dünya tarihinin en kanlı sahnelerinin yaşandığı bu savaşa katılmasa da neden olduğu ekonomik buhrandan nasibini almakta. Milyonlarca insanın savaş alanlarında, sürgün kamplarında öldüğü, salgın hastalıkların kol gezdiği bir dönemden geçilmekte. Mahkeme Kapısı’nda bu devasa harbin adı anılmasa da ülkemizdeki insanlar üzerindeki etkileri en hazin tablolarla yansıtılıyor.
Türkiye’de karneli günler… Ekmek başta olmak üzere bütün ihtiyaç maddelerinin karne ile alındığı bu günlerde yoksulluk ve moral çöküntüsü haneden haneye yansıyor. Muasır ülkelerin seviyesine yükselmeyi hedef almış genç bir devlet, köklü bir kültüre sahip ülke insanımız, zamanın ağır koşullarına göğüs germeye çalışan halk; son derece zorlu bir sınavdan geçiyor. Ve bu sınavın en belirgin yansıması mahkemelerde gözlenmekte. Mahkeme Kapısı’ndaki öyküler yazıldığı dönemin koşullarını gerçekçi ve adilane bir dille betimliyor.
Kitapta aforizma kabul edilecek birçok cümleye rastlamak mümkün. Nihayetinde Sait Faik düşünsel derinliği olan bir yazar özelliği göstermekte. Böylesi cümlelerden ben en çok şu cümleyi beğendim. Ki bu cümle aynı zamanda Sultan Mahmut Türbesi’nin kurşunları isimli öykünün son cümlesi: “Ana, ne mübarek şeysin!”
Mahkeme Kapısı’nda çoğunlukla fukara insanlar var. Bakınız H. Soğukpınar öyküsünde hırsız bir çocuk ne çalar? Bir karyola etekliği, pencere perdesi, yastık yüzü, bir saat, bir erkek ayakkabısı, bir kumbara… Peki ya kumbarada para var mıdır? Hayır! Yoksul hırsızın girdiği evde çalmaya uygun ve değerli bulabildiği yegâne şeyler bunlardır. Hâkim çocuğa bu çalıntı eşyaların satışından kazandığı parayla ne yapmayı planladığını sorduğunda “fındık fıstık alırdım, sinemaya giderdim” der, eşyaları ellilik bir adama satar. Sait Faik çalıntı erkek ayakkabısını alan adama bakar. Onun için de, “Adam ellilik bir adam. Pek fakir olduğu üstünden başından belli… O da seyyar satıcıymış… Bir gözü kör…” der.
Mahkeme Kapısı’nın en sık rastlanan simaları olarak; boş gezenler, eğitim seviyesi düşük sıradan kimseler ve onların aileleri, balıkçılar, geçim sıkıntısı yaşayan küçük insanlar, kenarda köşede kalmış ve hayatı öylesine yaşayan kişiler, küçük ve sıradan nedenlerle mahkeme kapısına düşmüş kişiler, seyyar satıcılar, sokak çocukları gösterilebilir.
Sait Faik sosyoekonomik olarak iyi koşullarda yaşamış bir yazar olsa da sürekli içinde bulunduğu kenar mahallelerdeki insanlardan, balıkçılardan, sıradan kimselerden birçok izlenim toparlamıştır. “Küçük insanların” dünyasını yansıtabilmesindeki etmen şüphesiz budur. Öykü kahramanlarını iyi tanıyan yazar onları anlatırken yalnızca mahkemedeki gözlemlerinden yararlanmıyor. Yıllarca gerçekleştirdiği insan manzarası seyirlerinin bir yansımasını okura sunuyor.
Tüm öykü kahramanlarına merhamet duygusu ile yaklaşan Sait Faik en çok da çocuk ve genç suçluların karşısında kederlenir. Çamaşır İpleri ve Don Gömlek Hayaletleri isimli öyküsünde hâkime ifade veren mektepli çocuğun davadan bir akşam önce “acaba kaç ay verirler,” diye endişelendiğini hayal eder. Ve ona seslenerek, “Artık bunu düşünme küçüğüm…” der. Ondan gelecekte ipten çamaşır çalmasına ihtiyaç duymayacağı günleri hayal etmesini ister. Öyküsünü şöyle bitirir: “Buradan, senin insan olarak, pişman olarak çıktığını görmek için dul ananla beraber, -ah onun da bu işte biraz kabahati vardır: Sana fazla yüz vermiştir- hepimiz seni bekliyoruz, çocuğum. Yalnız ve yalnız pişman ol, kâfi. Yüzünün rengi bir haftada yerine gelir. Uykuların düzelir, rüyanı hiçbir korkunç hayat kirletmez. Ah, o çamaşır ipleri… O don gömlek hayaletleri…”
Sait Faik Mahkeme Kapısı’nda yalın bir dil kullanmakla birlikte zaman zaman çeşitli söz sanatları aracılığıyla sözünü süslemeyi de bilmiş. “Hâlbuki bu senenin bu korkunç kışında o kömür denen karakızın peşindeydik: Çoluk çocuk, kadın erkek, zengin fakir…”
Mahkeme Kapısı öykü tadında kaleme alınmış anlatılardan oluşuyor. Eserin bu özelliği yaşanmış ve yazar tarafından bizzat gözlenmiş davaların günü gününe kaleme alınmasından kaynaklanıyor. Okur satır aralarında Sait Faik’in insancıl bakış açısını, dönemin sosyal ve kültürel yapısını, günümüzde unutulmuş geçmişe dair birçok ayrıntıyı bulacaktır.