Hilmi Yavuz’un Lirik Defterler’inin Her Bir Sayfası
Reel olan ve reelin ötesindeki evren sonsuz olasılıklardan ibaret. İnsan soyu parçası olduğu bütünün üzerine sayısız düşünceler üretmiş ve üretecek. Hilmi Yavuz, işte tüm bu düşüncelerden haberdar ve onların en ince detaylarına ermiş bir kalem. Tercihini lirik-olandan yana kullansa da yazdığı her satırda -elbette her dizede de- hikemi unsurların izleri var. Doğal olarak da zihinlerimizi zorlayıp, ortak belleklerimizi yokluyor.
“Lirik-olan tin’i kötülüklerden arındırır. Ben lirik-olan her ne ise, onunla yaşamayı yeğledim. Ve kötülüklerden arınmak için yazdım bu ‘Defterler’i. Bu nedenle de adı Lirik Defterler olsun istedim.” (s. 78) diyor. Lirik Defterler’de anahtar sözcükler var. “Lirik” ve “tin” sözcükleri bunlardan ikisi.
İnsanın tini; varoluşunun özü, somut ve soyut âlemleri algıladığı mercektir. Canın içinin içi, ruhun çekirdeğidir. Yunus tin’i “bir ben vardır bende benden içeri” diye işaret etmiştir. İnsanda en içeriden, en derinden en dışa en yüzeye kadar konumlanmış olan tin Hilmi Yavuz tarafından neredeyse her yönüyle irdelenmiştir. Evrende yan yana var olan zıtlıklar insan tin’inde de bulunmaktadır. İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, doğruluk arzusu veya yanlışlık eğilimi, aydınlık ve karanlık gibi…
Lirik olan insanı kötülüklerden arındırır. Eşyaya, doğaya, insana, nesne ve kavramlara, tüm varlığa, yaratıcıya ve yarattıklarına lirik bir duyuşla bakmak aynı zamanda iyimserliği de beraberinde getirir. Hak ya da batıl dinlerde sufizm kaynağını sevgi, hoşgörü ile bakmak, merhametli ve barışçıl olmak gibi lirik unsurlardan alır. Aksi yönde ise kin, kavga, öteleme bulunur.
“Yok Gün”ü de sayarsak yaklaşık olarak yetmiş “yaz” gününün izdüşümü diyebiliriz Lirik Defterler için. İstemesek de çekip giden tatlı ve ruha rehavet verici yetmiş yaz gününden bize kalanlar! Yaz günleri uzundur fakat nedense çabuk geçer. Zaman kavramının içinde barındırdığı noktada sonsuzu içerme, sonsuzda noktaya sığma yetisi gibi karmaşık bir haldir bu.
Kitabın kapağında deneme yazıyor, içindeki yazılar için sadece deneme demek yanlış değilse de noksan olacaktır. Eserdeki yazılar anlatı, anı, günlük, söyleşi türlerinin her birinden esintiler taşımakta. Yazarın çocukluğu, ilk gençliği, geçen yazları, geçmekte olan yazı (2017), düşünsel ve şiirsel yanı, anımsamaları, algılayışları, yaşadığı anın tanım ve sınıflandırılması, sanata veyahut şiire dair poetik görüşleri, yitirdiklerinin ardından hissettikleri… lirik bir söylemle dile getirilmiş.
Hilmi Yavuz hem Doğu hem Batı medeniyetlerinin hem de insanlığın ortak mirasının estetik, felsefi, sanatsal, hikemi kaynaklarından beslenmiş bir yazar, aynı zamanda şair. Müslüman bir entelektüel. Bu nedenle olsa gerek Lirik Defterler ince bir kitapsa da her yönüyle fazlalıklarından arındırılmış olma özelliğine sahip ve oldukça yoğun, tıpkı şiir gibi!
Eserde yer alan yazılar birkaçı hariç hiç de uzun olmayan yazılar. Bu yazıda Lirik Defterler’deki her bir sayfaya eğilinecektir.
İlk yazı, sınırsızlık kavramının irdelenmesi ile söze başlıyor. Sınırsızlık, içinde bulunduğumuz, varlığımızı maddi olarak barındıran, sonsuz mekânın tarif edilme çabasıdır. Belki de bir anlamda mekânsızlıkla birleşen bir zamansızlıktır. Sınırsızlığı kavramanın mistik ve metafizik görüşün temellendirildiği o büyük varoluşu anlamlandırmamıza yardımcı olacağını hayal eder Hilmi Yavuz. Böylelikle hayal etme işimiz sınırsızlık deneyimimizde önemli bir kapı görevi üstlenecektir. Hayal ve sınırsızlık meselesinde Brentano ve Husserl’e atıfta bulunarak onların objesiz hayali düşünmemiş olmalarını anımsatır. Felsefecilerin hayal etmenin sınırlarını nesneye bağımlı kılmalarına karşın şairler, hayal etme yetimizi objeye ihtiyaç duymayan bir edim olarak kullanabilip hayalin sınırlarını yok etmişlerdir. Buna göre şairler düşünürlerden ileri bir seviyede konumlanmışlardır. (s. 7-8)
Lirik Defterler’de felsefe, söz ve şiir içi içe… Elbette ki şairler filozoflardan bir adım ileri… Şairlerin hayali objeye bağımlılıktan kurtarmasında “sözcükleri hayal etmeleri” etkin rol oynamaktadır. Hilmi Yavuz tam da burada Sartre’nin sözcükleri nesneleştirme çabasındaki başarısızlığı anımsatarak şairlerin lirik yanlarının ağır basmasıyla özgürleştiklerini söyler. Örnek olarak da yazısını kaleme aldığında hissettiği Halikarnassos’taki yaz güneşinin etkisini gösterir. Böylesi bir durumda özgürleşen sezgisel yeti, sözcükleri de özgür hale getirerek sınırsız olasılıkların doğurduğu rast gelelikle şiirini oluşturur. Yaz güneşi burada şaire sözel ve tinsel güç kazandırır. Objesiz hayal etme ediminin şairlere mahsusluğu anlaşılabilir bir önerme olur. (s. 9)
İnsan zihni ve insan belleği bırakın sesi, ışıktan hızlıdır. Uzağı yakın eder. Uzak geçmişte kalmış bir olay veyahut kişi, anımsayışımız sayesinde hem zamanda hem mekânda yakınlaşmış olur. Şair, lirik bir anımsama ile Halikarnassos’ta, temmuz ayında, hafiften esen bir lodos eşliğinde, di’li geçmiş zamanlarda yaşanmış olanları şimdiki zamana taşır. Uzaklar aniden yakın olur, açıklardakiler de kıyıda… Behçet Necatigil’in “limanda bilinen gemiler oysa açıklardadır” dizesini tersine çeviren Hilmi Yavuz -ki dizeleri tersine çevirmeyi Lirik Defterler’de sıklıkla yapacaktır- mekâna dair algımızı yoklar. Dizelere tersten bakmak mesajın sağlamlaşmasının yanı sıra alternatif düşüncelerin üretilebilmesini sağlayacaktır. Necatigil’in dizesi Yavuz tarafından dıştan içe doğru büküldüğünde gemiler de anlam da yaklaştırılmış olur: “Açıklarda bilinen gemiler oysa limanlardadır.” (s.10)
Ayna ve tin… Tin kavramı yazar tarafından sıkça ele alınıyor. Üzerinde durulan sözcükler yazan ve konuşan hakkında birçok şeyi beyan eder. Ayna ve tin’in yan yana ele alınması metafizik bir algılama biçimiyle ilgili. Ayna, alelade camın sırra bürünmesinden elde edilirken, “benlik-ego-nefs” olgusunun birebir fark edilmesini sağlayan araç olma niteliği taşır. Karşısında duran nesne bilinç sahibi ise ona varlığıyla birlikte bilinçli olma halini anımsatır. Sanatta derinliği bulunan bir simge ya da metafor olarak, önemsenmesi gereken bir yer işgal etmesinin nedeni de budur. Hilmi Yavuz, “aynada tin’imi gördüm,” der. Sonra da gördüm demenin “ayna” yanılsaması olabileceğini belirterek onun yerine “ayırdına vardım” deyimini kullanır. Bu felsefi konunun lirik olan yanı, yazarın aynada tinle her karşılaşma anının onda uyandırdığı herkeste rastlanmayan varoluşa dair duygulanımlardır. Olgun yaştaki Hilmi Yavuz’da “ayna” ben olmanın fark edilmesi ve bundan sevinç ve hüzün karışımı bir hisse kapılması anlamına gelir. Oysa çocukken tin’ini aynada ilk fark ettiğinde “ürkme” hissetmiş ve ürküsünü annesine “aynada bir şey gördüm” diyerek bildirmiştir. Anılan ürkü bize, halk geleneğimizdeki bir yaşından küçük çocukları aynayla yüzleştirmemek çabamızı anımsatıyor. ( s 11- 12)
Lirik Defterler’de yazar sık sık belleğinin farklı kesitlerine yolculuk gerçekleştirmekte. Eskilerin “tayyı zaman” dedikleri fizikötesi hâle benzer bir taşınma öyküsüdür anıların anımsanması… Peki anılara nasıl gidilir? En küçük zaman diliminden de küçük bir anda şimdiki zamandan di’li geçmiş ya da miş’li geçmiş zamana taşınabiliriz. Herhangi bir ayrıntı, dış dünyamıza veya iç âlemlerimize dair bir dokunuş, anımsayışımızı sağlar. Hilmi Yavuz, baro’nun verdiği bir ölüm ilanı -Avukat Gülfer Çelikmen’in ölümünü duyuran- ile 1955’e, hukuk fakültesinin kantinine, o büyük masanın etrafına gider. Anımsayış böylesi bir sırlı yolculuktur. Ankara’da çıkan, Salim Amca’nın (Salim Şengil) çıkardığı, Seçilmiş Hikâyeler dergisinin etrafında toplanmış gençler, ismini ilk kez duydukları Mehmet Günfer Çelikman’ın “Hüzün Lambada Değildi” öyküsünü okuyup büyük olasılıkla çok beğenirler. Hilmi Yavuz bu öykü için “Hüzün Lambada Değildi, müstesna bir öyküdür”, Çelikman için ise “bir Onat Kutlar olabilirdi; olmadı, belki de olmak mı istemedi” der. Geçmiş zamandan şimdiki zamana dönüşünün ardından, Çelikman’a dizesindeki önermeden ötürü hak verir. “Öyleydi, hüzün lambada değildi. Şimdi ayırdına varıyorum. Annemin yüzüydü hüzün!” Lirik Defterler’in en lirik cümlelerinden birisi de budur bence. Ve lirik olan kalbi sımsıkı acıtıyor, sarsıyor, sarmalıyor kuşkusuz. Tin’i kötülüklerden arındırma yetisi de kaynağını işte bu hâlden alır. (s. 13-14)
Çocukluk günlerine giden neredeyse her anımsayış anne eksenlidir. Yavuz; ömrün o ilk günlerine, hayatın fulü bir oluşla göründüğü günlere döndüğünde, annesinin uyumadan önce yanına gelişini “usulca ve ipeksi hışırtılarla” betimler. Annesi ona “çiçek işlemeli sesiyle” kalbini bildirir. Bir anne için dünyanın en kıymetli hazinesi çocuğunun kalbidir elbette. Yaşadığı sürece o kalbe ihtiramla, derinden gelen bir titreyişle muamele eder. “Kalbim, annemin sesiyle işlendi. Orhangazi’de, o kocamış çınar ağacı, sanki odamın içindeyken, bana öyle gelirdi, gecedir, annem usulca, ipeksi hışırtılarla yaklaşır, belli belirsiz, ama dünyanın en güzel sesiyle, bana öyle gelirdi, ‘kalbinin üstüne yatma’ derdi.” Bu satırlar hikemi olanı lirik bir lehçeyle dile getirmekte. (s. 15)
Lirik Defterler’de çocukluk aşkı taflanla eşleştirilir. 1944 yazında Yalova’da ikindidir. Güzel bir kız gülhatmilere ve taflanlara bakarak fotoğraf çekilmektedir. Yazar, o bakışlarda bakılan çiçekleri görür. Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra yolda görse bakışlarından tanıyabileceğini söyler onu. Çünkü insan yaş aldıkça değişse de bakışların değişmeyeceğinden emindir. Çiçekler dünyanın narin misafirleridir. Mevsimleri geçince onlar da gözlerimizin önünden etkileyici renk ve kokularıyla bir resmigeçitle çekilip giderler. Yine de hafızalarımızdaki bize ait olma özellikleri anımsandıkça devam eder. Yazar ilk gençlik ve çocukluk yıllarının iki genç kızını unutamaz. Onlarla ilgili olarak “Necatigil gibi söyleyeyim: Belki aşk bu!” der. (s. 16)
Bir anne anadili Arapça ile çok sevdiği oğlu için “Allah sana sultanların devletini ve birden çok oğul bağışlasın!” diye dua eder. Yıllar sonra oğul görür ki annesinin iki dileğinden biri gerçek olur. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “üfleme bana anneciğim, korkuyorum, dua edip edip geceleri” dizesi, yazarın zihninde sadece sayrılı çocukları değil, uykuya anne duası eşliğinde geçen tüm çocukları çağrıştırır. “Anne duadır!” der bunun üzerine. Ve “anne şiirdir!” Annesinin ezbere okuduğu Kur’an ayetlerindeki ritim seslere duyarlı bir çocuk olarak şiire dair ilk yaklaşımlarını başlatır. (s.17)
Lirik Defterler yaz mevsimine dair birçok ayrıntıyı yansıtan bir eser. Kitap boyunca hüküm süren tek mevsim yaz. “Yaz bedenin bilincidir,” tanımlamasını yapan yazar, okuruna yazın duyumsanan sayısız ve tatlı beden rehavetini hissettirmek ister. Ve “yaz tine karşı bedenin yücelmesi değil midir?” diye sorar. Önce Spinoza daha sonra da Nietzsche tarafından onaylanan bedene ait bilincin tine ait olandan daha hissedilir ve şaşırtıcı olması geçici gerçekliğini ele alır. Yaz mevsiminde bedenin varlığını fazlaca kanıtlamasını anımsatır. Beden evrene eş değer bir bilinemezlik, tam olarak keşfedilemezlik taşımaktadır. Hilmi Yavuz, “Yaz, bu iki kuşatılamaz- olanı birbirine bağlar…” derken yazın bedeni ve elbette evreni düşünsel anlamda fark etme zamanı olduğunu belirtir. (s. 18)
Yaz akşamüstleri özellikle de Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü yerlerde gidilip daima kalınmak istenecek bir mekâna benzer. Hilmi Yavuz da Susanna Tamaro’nun “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” romanına telmihle yaz akşamüstlerine gider. Zaman ve gökyüzünün birleştiği, iç içeliklerini şiddetle hissettirdikleri; yazarın kendisini mavilikle ve somutla soyut arası bir yerde duran zamanla aynı anlama gelmiş hissettiği yaz akşamüstlerine. Elbette Halikarnassos’unkilere… Özdemir Asaf’ın “günün en güzel saatleri bunlar” dizesi de yazarda sıcağın hafif bir serinliğe dönüştüğü o saatleri imler. (s. 19)
Yaz için “anasırı hamse” (beşinci element) diyen Yavuz; yazı, maddesel evreni oluşturan dört unsurun -toprak, hava, su, ateş- derecesine yükseltir. Yazarın tasavvuru yaz mevsiminin “anasırı erba”nın birbirlerine sarılıp Bir’e dönüşmeleri anlamına gelme olasılığını öne sürer. Yaz; ateşin, güneşin, denizin, havanın, gökyüzünün, toprağın varlığını desteklediği, önemsenmesi ve diğer zamanlardan ayırt edilmesi gereken bir zaman dilimidir. Yazara göre Âdem ve Havva’nın çıplaklıkları Tanrı tarafından yazın yaratıldıklarını ele verir. Dünya olanca geçici gerçekliği ile duyularımızın önünde olsa da cennet ve cehenneme ilişkin birçok betimleyiş insan tahayyülü ile şekillenir. Yine de onların her ikisi de aslında bizim zannettiklerimizden apayrıdır. (s.20)
Ölüm diğer canlılarca nasıl algılanır? Bu bir muamma olmakla birlikte, bizde yani insanda her histen çok şaşkınlık yaratır. Aklımızın erdiği zamanlardan itibaren önce anne babamızın ölecek olmaları, daha sonra da kendimizin ölümlü olduğumuz hakikati bizi neredeyse her an hayrete düşürür. Ölüme korkuyla, endişeyle, sevinçle, hüzünle, kabullenememekle, umutla yaklaşmak tek tek ya da birlikte her birimizde farklı biçimlerde ve oranlarda bulunur. Fakat galiba ona dair en ortak ve evrensel duygumuz hayret! Hilmi Yavuz yazın ölmek isteyenlerden. -Şahsım adına söyleyeyim ki ben de kışın ölmekten ürperirim.- Ölüm üşütür bizleri. “Ölüm, yaz güneşini, Halikarnassos’tan edinip odaya (ev, sayrılar evi?) getirecektir.” (s.21)
Mevsimlerin karşısında incelikli düşünen ve hissedenler gündelik dokunuşlarla değil, derinlemesine sarıp sarmalayan dokunuşlarla mevsimlere dokunurlar. Ve içlerinden birini mutlaka diğerlerine yeğlerler. Yazar için yaz; havanın aydınlığında, gökyüzünün maviliğinde, çocuk seslerinde, yaz denizlerinin kumsallarında işitilir ve duyumsanır. “Yaşlandıkça yazlaştığımı duyumsuyorum. Daha önce de yazdımdı: kimselere bırakmam yaz olmayı” diyen Hilmi Yavuz her yazı sanki son yazıymış gibi duyumsamaktadır. Sevilen bir zaman diliminin şimdiliği ve gelip geçiciliği onda hüzünle karışık bir ayrılamama duygusu uyandırır. Yazdan başka bir uzamda, ondan başka bir zamanda olmamayı diler. (s. 22- 23)
Yineleme, kâinatın dengesidir. Tekrar, denge demektir aslında. Dünya ve insan da kâinatın geleneğine uyar. Günler, mevsimler, günün saatleri, doğadaki hemen her canlı müthiş bir tekrar ediş içindedir. İnsanlık tarihi de böyledir. Yazar “bilenler bilir, yinelemeyi severim ben” diyor. Biz de biliriz ki Hilmi Yavuz rutinlerine düşkündür. Ona göre yinelemek tuhaf bir ritüeldir. Yazardaki “semper cadem” (her şey aynı) tutkusu Tatyos Efendi’nin bir şarkısına -rükuş icraya rağmen- eşlik ederken yinelenmiştir. Bu şarkıyı hep söylemek, tekrar tekrar söylemek istemesine kendisi de şaşırır. Müzik, içerdiği ahenkle insandaki yineleme arzusunun büyülü bir biçimidir. (s. 24)
Hilmi Yavuz Tatyos’un “Bir gönlüme bir hali perişanıma baktım / Zalim seni yâd eyleye eyleye, çâkdım” diyen şarkısına “yineleme ve ben” başlığı altında işaret eder. Şerif İçli’nin “Hasret dolu âhım sana hüsrânımı söyler” şarkısını ise birdenbire onca kötü müzik süprüntüsü arasında adeta keşfetmiştir. Sözsüz müziğin ruhumuzda izdüşümü çok yoğundur, şarkılar ise bizi bir başka etkiler. Onların etkilerini güçlendiren hem müzikal hem de sözel değerleridir. Yazar durup dururken eski bir şarkıyı anımsamasının altındaki nedeni aslında kendisi de bilememektedir. Bilincin ayırt edemediği, izlerinin neredeyse silindiği bir anı ile anımsanan şarkı arasında mutlaka bir bağlantı olmalıdır. Bu şarkının “acısı” Hilmi Yavuz’u belleğinin başkentlerinden birine fakat hangisine (Siirt, Fatih, Yahşi?) nasıl bir örselenmişlikle götürmüştü acaba? (s.25)
Sırlarla dolu bir varlıklar âlemi, üzerinde düşünüldüğünde daha da “sır”lanır. Sonsuzluğun tanımsızlığı da, ayna oluşu da esrarındandır. Esrar ve Galib’e dair bir yazı. Ağustos ayının sonlarıdır, Yahşi Yalı’da, Zest’te güzelim yaz akşamüzerleri hâlâ hüküm sürmektedir. Sevilen dostlarla Yahya Kemal sohbeti olunca akla iki Mevlevi dedesi dost şairin gelmesi olasılığı yüksektir. Şöyle ki nadide olsa da bir çiçeğin bir ağaç gölgesinde hakkıyla serpilememesi gibi kimi sanatçılar yakınlarında yetiştikleri, hayranlıklarından ötürü tevazu gösterdikleri büyük sanatçıların önünde eğilir ve bükülürler. Kendilerinden umulabilecek yükselmeyi gösteremez veya göstermezler. Bu konuda Hilmi Yavuz teşhisi “babayı alt edemeyen bir Oidipal maluliyet” şeklinde kor. Misal olarak da Yahya Kemal- Tanpınar, Galib- Esrar Dede ve Mevlânâ- Galib’i gösterir. Seven bazen sevdiğinde -çoğu kez bile isteye- tükenir. Sevilen ise, bu tükeniş ya da tüketişten sıklıkla habersizdir veyahut habersiz gözükür… (s. 26)
Yahya Kemal ve deruni ahenkle ilgili olarak Yavuz, dil felsefesi bağlamında bir karşılık arayıp da söze başlar. Eserde çoğu yerde olduğu gibi “dır, dir” şeklindeki kesin yargılardansa soru yolunu benimser. Yahya Kemal’in “deruni aheng”i ile Rahip Bremond’un “rythme intericur”u arasında bir karşılık bulunabilir mi, diye sorar. Buna göre Yahya Kemal sözün ses özelliği ve manası arasında sıkı bir bağ kurma yoluna gider. Anılan bağ, gerek şiirin yazımı, gerekse okunuşu sırasında mutlaka gözetilmelidir. Sembolist ve izlenimci şairlerde ses, söz, ritim ve içerik birbirini destekleyen hatta var eden unsurlardır. (s. 27)
Tin, Hilmi Yavuz’da sık sık üzerinde durulan bir tema. Yazar soyut olduğu düşünülen tin’in daha doğru ve yakından anlaşılır olmasını istiyor olmalı. Hem de tin lirik olanın tüm yoğunluğu ile duyumsandığı yanımızdır. Anımsayış ve bellek tin’e güç veren unsurlar. “Tin’im küçük bir gelincik.” Sözlerle anımsayışın ve sözleri anımsayışın hissettirildiği bir yazı. Anımsamanın en sıcak dokunuşları ile var olduğu bir yaz gününde yazılmış. Yazar, Erdal Öz’ün bir sözüyle özdeşleşerek “tinini bir küçük gelincik” olarak tahayyül eder. Belleğinin Erdal Öz tarafından yapılan bir betimlemeyi kaydedişine ve yıllar sonra yüzeye çıkarmasına neden bulmak gayretindedir. Tramvayda, yanı başında oturan biri için “ersi ersi kokuyordu” denmesi yazarın belleğine mutlaka içsel bir nedenle kaydedilmişti. “Bellek burada anı değil, sözü kaydediyor, söz an’ın yerini tutuyor” der. Dış dünyadaki hiçbir şeyin yerini alamayan söz, bellekte bunu başarmaktadır. (s. 28)
İnsan ayıplarla ve utanmalarla büyüyen bir canlı. Hilmi Yavuz “ayıp” ve “utanma” kavramlarını sorgulamıyor. Onun sorgulamamasında kâmil kul, erdemli insan olma yolunda birbirinin ikiz kardeşi olan bu iki rehbere ihtiyaç duymamızın etkisi var olabilir. Yalnız bir insanın utanmasına da gerek olmadığının düşünüldüğünü Robinson- Cuma örneği ile açıklar. Sartre’ın “cehennem ötekidir” önermesine hak verir böylece. Fakat yine de felsefi geleneğe uyup açık bir kapı bırakır. Ahlak olgusunun görenek, toplum ilişkisini reddetmemekle birlikte “ayıp olanı” bilmenin ötekinin orada olmadığı koşulda bile “utanma”yı barındırdığını belirtir. Zira ötekinin anlık yokluğu, sürekli yokluğu anlamına gelmemektedir. Yavuz, kendisinin bir beyitiyle anlamlandırır konuyu: “ayıp diye çiçek resmi çizerdim / saplarını saksılara gömmeden” Birinin, çizdiği resmi sonradan görme ihtimali, o çocuğun utanmasına yol açmıştır. (s. 29)
Yokluk, felsefenin birincil meselesi… Zaman zaman insan zihni kendisini “yok”u düşünürken bulur. Hilmi Yavuz “hiçbir şeyi düşünmüyorum”un üzerinde duruyor. Brentano’nun “düşüncenin objesi yoksa düşünce edimi de yoktur” sözünün bir sanma mı yoksa doğru mu olduğunu sorgular. Onun önermesinde “kartezyen bir tekinsizlik” bulur. Buna göre düşünüyorum öyleyse varım, düşünmüyorum öyleyse yokum da demek olacaktır. Çağlardır tekrar edilen yanılgı, nesnesi olmayan düşüncenin kendisinin de olmayışını kabulle ortaya çıkar. Oysa maddesel etmenler, düşüncenin olmazsa olmaz koşulu değildir. (s. 30)
Anımsanma isteği, sevilen kişilerin gelecekte bir araya gelip bizli günleri anmaları arzusu; geleceğe dair daha doğrusu bizden sonraya dair gerçekleştirilen hayal etmedir. Hilmi Yavuz, çocuklarından o çok sevdiği yazları kendisi öldükten sonra da yinelemelerini ister. Bu bir vasiyettir. Aynı zamanda uzak ve ortak geleceğe dair bir tahayyüldür. Yahya Kemal’in “insan hayal ettiği müddetçe yaşar” sözünü söylemeden ima eder, onun bu sözü insan ömrünün sınırlarını daraltmaktadır. Hâlbuki kendi sözünü ettiği tahayyülün yaşamı uzattığını düşünür ve duyar. Kişinin öldükten sonra geleceği sevdiklerinin belleği olarak hayal etmesi Yahya Kemal’in açmazından bir çıkış yoludur. Bunu değil midir, diye tasdik eder. (s. 31)
Tanrı inancı her ne kadar daha çok toplumsal yanıyla bize dikte edilmeye çalışılsa da gerçekte tamamen kişisel bir özellik taşır. Yaratıcı ve yarattığı düşünebilen varlık arasındaki bağ; lirik, kutsal ve mahrem bir bağdır. İman bu nedenle mucizedir. Hilmi Yavuz, “O kitap! O’nun bana gönderdiği bir uzun mektuptur. İkra!, kalbimden bana da seslenmiştir,” derken kalp, iman, kitap ve Tanrı’ya ilişkin bir lirizmi ifade etmektedir. Kur’an’ın güzel bir sesle ve ahenkle okunuşunu dinlemek işitsel olarak varılan deruni bir histir. Muhammed Abdulsamet’ten Duha ve İnşirah surelerini sayısız kez dinleyen Yavuz’un belleği çocukluk yıllarına gider. Anımsayışındaki mevsim yine yazdır. Siirt, dinlenilen ilahiler ve imanın şevk olduğu geçip gitmiş zamanlar… Çocuk duyarlığındaki, ferah ve coşkun anılarının sesini işitir aynı sesten Kur’an’ın okunuşunu dinlerken. (s. 32)
Zihnin gücü bilincin, bilginin de ötesindedir. Spinoza’nın zihnin gücüne ilişkin saptamalarını ele alan Yavuz, bu gücün nelere muktedir olduğunu bilmenin gereğinden söz eder. Yine soruyla konulan bir üç nokta: Spinoza, Freud’un öncüsü müdür? (s. 33)
Hilmi Yavuz 19 yaşındadır. Bir öyküsüne şöyle başlar: “O gece sokağa çıktığımda yüzüme ıhlamur çiçekleri attılar.” Ihlamur kokuları e.e. cummings gibi bir söylemle yağmurdan bile küçük elleriyle yüzüne dokunmaktadır. Yüzünde belli belirsiz yara izi bulunan bir genç kızı anımsar. Acaba ıhlamur kokusu onun da yüzüne dokunmakta mıdır? Böylesi bir beklenti durmaktadır Hilmi Yavuz’un parmaklarının ucunda. (s. 34)
İlk gençlik yıllarına giden anımsayışlar lise bitirme sınavına hazırlanan şairin tan kızıllığının ayırdına varmasına ve şu şiire de uzanır: “Şehir son uykularında / Ben ki hâlâ uykusuzum / En uzak yıldızlar / Ey petekleri içimdeki arı / Bilseniz / Her nasipten / Ve her uzanan dudaktan / Mahrum yaşadığımı…” Muzaffer Tayyip Uslu’nun mısraları hüzünlü dursa da gelecekte hüznü bal eyleyeceklerini anımsatan bir petek vardır. (s. 35)
Bizdeki bütün cennet ve cehennem betimlemeleri; birkaç ilahi kaynaklı sözden, çokça hayalden oluşur. Herkes kendi ateşini de kendi meyvesini de kendince kurgular. Oysa Yunus gibiler Çalab’ından cenneti arzulayanlara vermesini isterler, kendileri ise bizzat Tanrısal aşka taliptir. Yazar Yunus’un cenneti dahi masiva bilmesini över. (s.36)
Allah bizim tüm zannetmelerimizden münezzeh olsa da inanç eyleminin öznesi olarak bizler, çağlar boyunca Allah’ın neliği ve nasıllığı üzerinde düşünceler ürettik. Duyularımızla yaratıcımızı algılama yetimiz olmadığı için O’na dair zihin mitosları ürettiğimizden söz eden Hilmi Yavuz, geçmiş zamanlarda kalmış çok tanrılı inanışları ve putları da aynı uğraşının sonucu olarak değerlendirir. Tanrıdan başka hiçbir varlığı kabul etmeyen Panteizm de bu türden bir düşünce sistemidir. Yavuz, Yunus Emre’nin cenneti masiva kabul edişinin onun Panteist olmadığının kanıtı olduğunu söyler. (s 37)
Hazırlık yapma ve hüznü, iç içe duyumsayan Hilmi Yavuz, hazırlıkları bu yüzden hazzetmemektedir. Özellikle yolculuk arifesindeki her hazırlık beni de üzer. Bu hüzne dair, sayısız rüya görmüşlüğüm de var. (s. 38)
Sevi, özellikle de bir kimseye yönelen eğilim, yazar tarafından tuhaf ve tekinsiz -güvenilmez- bulunuyor. Gülümseyiş ve kadın Hilmi Yavuz’da sevinin kaynağı olarak yine tekinsiz olarak görülüyor. Örnek olarak da Leonardo’nun Mona Lisa’sındaki gülümseyişi gösteriyor. Ondaki gülümseme, gülümsemiyor gibi durmaktadır ya da tam tersi… Sevmek erdem, aşk bir nevi araz olsa da “tekinsiz” isimli yazısını “Aşktan başka neyimiz var” diye bitirmeden edemez. (s. 39)
Dağlar, özellikle de yüce ve ihtişamlı dağlar, varoluşa dair birçok sırrın yansıması gibidir. Karşılarında ürkme duygusuna kapılmamız, mistik bir oluşa verdiğimiz tepkidir. İnsan belleği de birçok yönüyle dağları anımsatır. Tanrısal sırların tecellisi orada gerçekleşir. Hilmi Yavuz kendi belleğini “dağla mavilik arasında” konumlandırır. Şimdi ile geçmiş arasındaki sınırları çizmektedir bellek. Elsa’ya “zaman sensin” diyen Aragon’a tersine çevrilmiş bir telmihle “zaman bendim” deyişini anımsar. Öyleyse bu “belleğimim ben” ya da “başka bir şey değilim belleğimden” demektir. (s. 40)
Yazar, ölümü canlı olan her varlığın içinde yaratılışından itibaren yerleştirilmiş bir kurt gibi anlatıyor. Baudelaire’in ölümle ilgili olarak söylediği “zamandır yaşamı kemiren” dizesinin tam tersini geçerli bulur: “Zaman değildir kemiren yaşamı, ölümün kurdudur Zaman’ı kemiren…” Buna göre ölüm bir an değil bir süreçtir. Hem de canlılığın oluştuğu o ilk andan, canlılığın sona erdiği o son ana dek süren bir süreç. Ölüm aniden gelmez, kendisi olmayan bir varlığı kemire kemire kendisine dönüştürür. Yavuz, ölümü dışarıdan içeri konumlandıran düşünürleri tek tek andıktan sonra “ölüm ne içeride ne de dışarıda olandır, ölüm hem içeride hem de dışarıdadır, ölüm sınırdır…” ı dillendirir. (s. 41)
İnsan kaç yaşına gelirse gelsin çocukluk ve ilk gençlik tüm ömrü kapsayan bir anımsayışlar silsilesidir. Bu yüzden her ikisi de tükenmez. Bellek gücünü koruduğu müddetçe onlar da tazeliklerini korurlar. Yine Orhangazi, yine annenin lirik sesi… Arapça bir tekerleme söylemektedir Hilmi Yavuz’un kalbindeki erkek çocuğuna. Pestil ve bademin ne kadar yenirse yensin hiç tükenmediğini anlatan bir tekerlemedir bu. Ne kadar yaşanırsa yaşansın, ne kadar yazılırsa yazılsın hiç tükenmeyenler de vardır ve yazar tükenmez olana bu çağlara dair yazarken onlarla birlikte inceldiğini, ipek gibi olduğunu hisseder. (s.42)
Geçmiş Zaman Defterleri’nde de bulunan bir cümleyi anımsar ve anımsatır Hilmi Yavuz: “Yaşlılık tereddüttür!” Tereddüt ise merdivenlerden ağır ve kararsız inmektir. Ahmet Haşim’in “ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” meşhur mısraındaki yavaşlıkta yorgunluk varsa Hilmi Yavuz’un belirlemesinde tereddüt etme ve karar verememe vardır. (s. 43)
Yazar’ın bellek havuzundan bir söz daha yansır Lirik Defterler’e. Chaplin’in Şehir Işıkları (?) filminde geçen bir cümle: “Gurup vaktinin zarif hüznü…” Okur oldukça şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcı bulacağı bir anımsama ile karşı karşıya kalır. Yavuz ise “nedir anımsanan”ın üzerinde durur. Bir metni bütünüyle anımsamanın bilincin; parçalar, sesler, sözcükler halinde anımsamanın bilinçdışı’nın işi olduğunu söyler. Bilindışı’nın geçmişten toparladıkları, düş-artığıdır ona göre. (s. 44)
- yüzyılda bütün dünya tek bedenli, binlerce kollu ve bacaklı, hatta sayısız zihinli; tüketimden başka hedefi ya da gayesi olmayan bir yaratığa dönüştü. Hilmi Yavuz bu ucubeleşmiş yenidünyanın “atık dünya” oluşunu işaret ediyor. Fakat insan atık olanı dönüştürüp işe yarar hale getirme becerisine de sahiptir. Salt maddi anlamdaki bir atıklık ve geri dönüştürme işi değildir bu. Hayatın her alanında, elbette şiirde de görülür dünyayı bir atıklar dünyası olarak yinelemek ve yenilemek! (s. 45)
Mevlânâ, “Kalbi kuruyanlar mana hekimine gitmeyenlerdir.” demiş. “Kuru kalpler, çürük şiirler yazar” der Hilmi Yavuz da. Akabinde “peki şiir çürüyebilir mi?” diye sorar. Sonra da cevap verir: “Çürüyebilir elbette!” Bir şair için korkutucu olan bu hali düşününce, Tanrı’dan kendisini, kalbinin kurumasından ve şiirinin çürümesinden korumasını diler. Dualarımız bile bizim ne ve kim olduğumuzu nasıl da açık eder… (s. 46)
Kaygılarının yazında, kirli temmuz diye nitelediği günlerde yaşayan şair “oysa ben iki ağacın rüzgârda sevişmesini yazmalıydım. Bulutlardaki insan tinlerini…” deyip kederlenir. Hilmi Yavuz’un tercihini lirik olandan yana kullandığına bir örnek daha bu kederleniş. Teselli olma ihtimalleri ve şairlerin ruhtaki hüznün tesellisini gösteren söyleyişlerini ele alır. Baudelaire’den “deniz, engin deniz, ruhumuzu teselli eder”, Yahya Kemal’den “ne kaldı ruha teselli şaraptan başka” dizeleridir bunlar. “Oysa” der son söz olarak “ruha teselli, bir gülün ağzında doğduğumuzu anımsamaktır.” (s. 47)
Gölge ve varlık görünür olma özelliklerini ışığa borçlu olsalar da birbirlerinden ayrılmazlar. Ve her birimizin gözleri, kimi zaman gölgesine takılır. Hilmi Yavuz bir sabah, Yahşiyalı’da yürürken, önüne düşen gölgesine bakar ve gölgesinin ne kadar “genç durduğunun ayırdına” varır. Demek ki güneş ışığı arkasındaymış yazarın. Bu farkında olmanın ardından kendisini gölgesiyle bir varlık olarak görür. (s. 48)
“Karardım akşamlara baka baka” dediği bir dizesini anımsamasının ardından, şimdi de “sarardım yazlara baka baka” der. Eylül, güzel ve vazgeçilmesi zor olan yaz günlerinin sarardığı, günlerin müthiş bir hızla kısaldığı vakittir. Halikarnassos’ta eylül gelmiştir. Hilmi Yavuz 1954’e gider, 18 yaşında bir delikanlı olarak seyrettiği Ay Mavidir’i anımsar. Mavi renk İngilizcede hüzün demek olduğu için “blue” sözcüğü hem mavi hem de hüzün anlamına gelmektedir. “dolunaylı eylül gecesidir; ay ışığına bakıyorum, ay mavidir, – ben de…” (s. 49)
Her anımsama liriktir. Ve Hilmi Yavuz’un çocukluğu, biraz da hastalandığında eklem yerlerine annesinin sürdüğü kâfuru demektir. Anne ihtiramı ve kâfuru kokusu yazar tarafından özlenenlerdir. Aynı yazıda çocukluğun ilaçları (mitol ve kresival), annesinin ölümünden sonra sandıkta bulunan boş mitol şişeleri, Sirkeci’de, Beşir Kemal Eczanesinden kalbi için babasına alınan dilaltı ilaçları da çağrışım yoluyla birbiri ardınca sökün etmektedir. (s. 50)
“Bugün bir şey yazmadım. Gerçekte bu tümce de yazılmadı…” diye bir not… (s.51)
Entelektüel bir zihin her dem taze kalır. Bilgiyi ezber edenler unutur fakat içselleştirenler; hücrelerine kadar bildiklerini, işittiklerini, öğrendiklerini, okuduklarını, gördüklerini, duyumsadıkları ve izlediklerini kazırlar. Böylesi bir hâlin insanı Hilmi Yavuz. Kirli bir temmuzda nezarette tanıklık ettiği manzaralar ona Nasıralı İsa’yı anımsatır. Kaypak bir dünyada, her şeyin kirlenmesi kadar doğal bir süreç yoktur kuşkusuz. Durmadan kirlenen bir mekânda beyaz icat edilmemiştir, ezelden varsa da kötülüğe karşı çaresizdir. Neyse ki zamane yanardöner olsa bile zaman adildir. (s. 52)
Önce söz vardı. Çünkü Allah eşyanın boşluğa yayılmasına yol açan “kun” emrini verdi ve her şey birdenbire oluverdi. Sartre’ın “varlık özden önce gelir” görüşü ateizmin genel kabulünü kazansa da “kun” yani söz, mahlûktan önce gelir. Yaratıcıya imanın ve itikadın esas noktası da budur. İnsan yaratılış evrelerinin kim bilir ki kaçıncısında var edilmiştir. Kendi varlığını bütün boyutlarda gösterdiği yapıp etmeleriyle şekillendirmiştir. Hilmi Yavuz’un ifadesiyle “Allah yaratır, kul edinir.” Şöyle ki yaratma işi Allah’ındır. İnsan ise yaratılışından itibaren kendi hamurunu kendi şekillendirmiştir. (s. 53)
Şairler şiir üzerine düşünürlerken belki de sözcükler üzerinde çokça dururlar. Sözcükler imzaları gizliden altına atılmış kurallarla bir araya gelerek tek parça halindeki sözü oluştururlar. Sözün tesiri gücünü en çok sözcüklerden alır. Bir şiirinde “Şiir hangi sözcüklerle yazılmalı ki?” diye sorduğunu anımsayan ve anımsatan Hilmi Yavuz, sözcüklerin içerik ve ses olarak şiiri güçlü ya da güçsüz kıldıklarının farkına varmamızı ister. Örnek olarak da vapur sözcüğünü verir. Şair gemiyi şiirsel bulurken vapuru şiirsel bulmamaktadır. Orhan Veli’nin “bakakalırım giden geminin ardından” dizesinde ya da Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirinde geminin vapurla değiştirilemezliği üzerinde durur. “Şiirsellik yok oluyor çünkü!” der. (s. 54)
Tin’deki yaralar tendeki yaralardan daha çok acı verici ve kalıcıdır. Hilmi Yavuz “tin’imi onarıyordum” dediğinde ondaki sıyrıkları, yara ve bereleri onardığından söz etmektedir. Peki, bu yaralanışlar nasıl olmuştur? Kötülüklerin içinden geçmekle… Yazar kötülükleri dikenlere benzetiyor burada içsel olarak. Kötülük çiçekleri tin’in yüzüne çarpıp bereliyordu. Oysa ıhlamur kokusu 19 yaşındaki şairin yüzüne minicik elleriyle nasıl da dokunmuştu! Şöyle diyebilir miyiz acaba; güzel olan kötü olanın tin’deki verdiği hasarları giderir, tıpkı lirik olanın tin’i kötülüklerinden arındırdığı gibi… (s. 55)
İslâm dinindeki temel önermelerden ve yönlendirmelerden birisi de “Ameller niyetlere bağlıdır” hadisidir. Halk bu sözden yola çıkıp “niyet hayır akıbet hayır” a ulaşmıştır. Amel yapılan edilen iş, niyet ise özneyi bu işe yönlendiren içsel güdü veya duygudur. Niyet için düşünceden çok duygu diyesim var. Hilmi Yavuz bu önerme için, “verili edimlerin (action), niyetlerle (intention) belirlendiği anlamına mı geliyor?” sorusunu yönlendirir. Yazar, eser boyunca bazı sorularına doğrudan yanıt vermezken bazılarına soruyu yönlendirmesinin ardından bekletmeksizin yanıt veriyor. Burada da “Evet, öyle!” demiş. Daha sonra da Hobbes, Kant, Sartre, Mathieu’nun konuya dair düşüncelerini sıralamış. Yazısını “Amellerin niyete bağlı olduğunu ancak Hobbes’un önesürüşü bağlamında, ama onu da belli koşulla kabul edebiliriz” diyerek bitirmiş. Bir de Hobbes’un ne dediğine dönecek olursak; “Hobbes, niyetle birlikte T zamanında duyguları, düşünceleri, erekleri, idealleri, amaçları vb. ile bütün bir anlıksal konumun bilinmesi durumunda o insanın nasıl eyleyeceğinin kesinlikle bilinebileceğini öne sürer.” Doğru ya da iyi niyetlerin yanlış veya kötü amellere ulaşabilir olması da okur tarafından da ayırt edilebilecektir kuşkusuz! (s. 56)
Yüzdeki yara izi görenlerde sayısız çağrışım uyandırabilecek simgesel bir insani durum. “O yıllar, 1955 olmalıdır, yüzünün sol yanında derin yara izi olan bir kızı sevmiştim. Geceleri, Fatih’te, evde, o yara izinin mitolojisini yazıyordum” diyen Hilmi Yavuz o kızı belki de öncelikle yüzündeki iz için sevmişti. Ölümü yüzünde taşıyan kızı: “O kız, ölümü yüzünde, o derin yara izinde gezdiriyordu. Orda, o yara izi boyunca gezinip duran Ölüm…” (s. 57)
Ölüm, canlı olmanın ikiz kardeşi, doğanın bir parçasıdır, hatta Yavuz’un ifadesiyle “ölüm Doğa’dır” Yaşamı kültür olarak gören yazar, ölümü ise doğanın dönüştürülemez olan kesin ve radikal gerçekliği olarak anlamlandırır. Wittgenstein’ın “ölüm yaşanmaz” sözünü onaylar. Ölüm yaşanmadığı için dönüştürülemezdir. Ölüme dair ritüel ve törenleri de yaşama ait olarak görür. Tüm kültürlerdeki cenaze törenlerinde bulunan estetik yanı, doğanın estetiği içinde değerlendirir, zira Hilmi Yavuz’a göre ölümün estetiği yoktur. (s.58)
Mevlânâ ve Kant’ın düşünsel bakımdan karşılaştırıldığı yazısına Mevlânâ’nın şu sözüyle başlıyor Hilmi Yavuz: “Düşüneceksen, kendi aklınla düşün…” Bu öneri ya da telkini Kant’ın “aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği cevapla birebir buluyor. Buna rağmen her iki düşünürdeki çok önemli farkı görmezden gelmiyor: “Kant Kilise’nin aklına karşıydı. Mevlânâ ise Allah’ın aklından yana…” Mevlânâ’ya göre kendisi gibi düşünmek Allah gibi düşünmek demekti. Yazar da bu yönde kullanıyor tercihini. Allah’ın aklını büyük ve tek parça bir ayna, insan aklını ise o aynanın kırık bir parçası olarak değerlendiriyor. (s. 59)
Ten et değildir, tine muhafızdır. Elbette ki bu; manevi özü gören, maddeci düşünmeyenler için böyle. Oysa maddesel bakış açısında ten “et”tir. Nâzım Hikmet’in Mevlânâ’ya hitaben yazdığı bir rubaide “Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi / ‘sureti hemî zıllest’ filan diye başlayan değil…” demesi, yazarı Mevlânâ’nın bedenine “kızgın et” göndermesinin yapılmasından dolayı rahatsız eder. Metafor yoluyla yapılan bu ilgi kurmayı Mevlânâ’ya uzak bulur. Oysa Mesnevi’de Şeb- i Arus gecesinde ten; dünyevi giysi gibi, tin’in sırrını muhafaza eden bir kutlu örtü gibi ele alınmıştır: “Ben tenden soyundum, sen hayalden.” (s. 60)
Bir anı ve genç simadaki sivilceler… İlk gençliğin sivilceleri sahibini zaman zaman rahatsız etse de geleceğe dair umutlardır aynı zamanda. Lirik Defterler’de, 1957 Nisan’ında, Vatan gazetesinin istihbarat servisinin betimlemesi yapılırken, canlı ve asla unutulmamış bir resim çiziliyor: “ Tahta merdivenlerden çıkılan 1. katta, büyük salonda, masalar, salona açılan ve camlı kapısı daima açık olan bir oda. Salon cumbalıydı. O odada Kemal Baydar oturuyor; salondaki masalarda Mesut Özdemir, Cevdet Mardin, Necla Tümay; cumbadaki masadaysa Necla Erbakır…” Ve Hilmi Yavuz… Sivilceli yüzü, bağa çerçeveli gözlükleri ile bir muhabir adayı. Kendisine ayrılmış bir masası bile yok! Genç yazar o zamanlar kendi yüzü için beğenmediği “sivilceli” sözünü değil, “şiirlerle örselenmiş” tanımlamasını kullanıyor. O sivilceleri dağlara benzetiyor. Dağlar da dünyanın sivilceleridir nihayetinde… Hilmi Yavuz şimdiki zamana döndüğünde “yaşlı yüzündeyse indifa etmiş ve sönmüş volkan kalıntıları: Ben yüzümle kimin yüzü gibiyim?” diyor. (s. 61)
Hiçbir ölüm sıradan değil ve ölümün bin bir yüzü var; içlerinden intihar ve idam diğerlerinden daha hüzünlü, bir o kadar da ürkütücü gelir bize. Hilmi Yavuz 22 yaşındadır, bir intiharı ve bir idamı yaşamıştır. Birini işiterek, diğerine tanıklık yaparak. Muhabirlik yaptığı yıllarda Cevdet Mardin isimli ABD’de gazetecilik okumuş, içe kapanık ve suskun bir arkadaşı intihar eder. Nedeni büyük olasılıkla sevda değil, karasevdadır… Diğeri kamuoyunca takip edilen meşhur “Salacak Cinayeti” – ki “Sandal Cinayeti” diye bilinmektedir. Katil Kandemir Sipahipala, Sultanahmet Meydanı’nda, güneşli bir günde asılır. Ve Hilmi Yavuz – görevi dolayısıyla olsa gerek- şaşkın ve ürkmüş haliyle oradadır. Geçmişi en ince ayrıntısıyla anımsayan yazar belleği, okurda hem hayret hem de hayranlık uyandırıyor. (s. 62)
Tekinsiz sıfatını bundan önce “sevi” için de kullanmıştı yazar. Şimdi ise kendi kalbinden uzak durma hali için kullanmış. Yıllarca kalbinin uzağında yaşamış biri olduğundan, yaşama kaygılarla ve bin bir zorlukla yapıştırılmış gibi durduğundan söz ettikten sonra tekinsiz bir körlük demiş bu tavrı ile ilgili olarak. İnsan, ömrü boyunca binlerce kez uyur ve uyanır. Uyku sadece küçük ölüm dediğimiz maddesel uyku değildir. Manada da sık sık uykuya dalarız. Ve uyanırız. Hilmi Yavuz’un “kalbimden uzaktaydım” sözü bende uyanıp da farkına varmalarımızı çağrıştırdı. (s.63)
Gün batar hulki’nin sandığında… Bu bir dize… Nazân Yaslıviran’ın bir dizesi. Hilmi Yavuz bu isme 1954 ya da 1955’te Yeni Ufuklar dergisinde rastlamış. Şiirin ismi, Kiria Maria. Yazar şiirden iki dize daha anımsıyor, gerçekten de her anımsayış son derece lirik! “Uzat ellerini öpeyim / Öpeyim Kiria Maria” Yazara göre bu dizeyi olağandışı kılan; gün batımının birinin (Hulki’nin) ‘sandığında’ yaşanmış olmasıydı. Yazar ayrıca şairinin ismini de olağandışı lirik bulur. “Bazı kadın adlarının bende lirik depremlere neden olduğu ilk gençlik günleri…” der. Sonra Nazan Yaslıviran’la birlikte iki kadın piyanistin adlarını örnekler: Edith Laleşen ve Fulya Akaydın. Bu adlar yazarın “bellek kuyusuna düşmüş çiçeklerdir.” (s. 64)
Anılar sanki sihirli bir ülkenin yurttaşları gibiler. Onlardan ne zaman söz etsek dilimizi de muazzam büyülü kılıyorlar. “Orhangazi’de (hangi gündü?) pazar kurulurdu, köylüler eşekleriyle gelirlerdi. Çerçi, atıyla gelirdi” diyor Hilmi Yavuz. Çerçinin sattığı esansları kadınlara beğendirme çabası bir yana, satılanlar arasında onu ilgilendiren tümü taş baskısı olan kitaplardır. Hz. Ali cenkleri, Billur Köşk Masalları, Kan Kalesi, Hamza Pehlivanla Kara Üzengi, Mevlidi Nebevi (tam resimli) ve aşk temalı halk öyküleri… Dokuz yaşındaki Hilmi Yavuz ki, bir yargıcın ortanca kızına tutkundur, kendi tutkusunun hangi meşhur âşığınkine (Ferhat mı, Tahir mi, Kamber mi…) benzediğini bilmek istemektedir. Çok sonraları anlar ki tutku değişmiyor, öyküler değişiyordu sadece… “Her sevda şiirini başka türlü yazdırır.” (s. 65)
Beşeri ve ilahi aşk benzer ve farklı yönleriyle şiire ilham kaynağı olmuştur hep. Yunus Emre’nin “aşkın aldı benden beni” demesi Hilmi Yavuz’u aşkla birlikte “benin içindeki ben”e belki de “benin dışındaki ben”e de götürür. Bu konuda şöyle bir incelikli belirlemede bulunur: Yunus Emre’deki aşk ilahiydi, “içerdeki ben’i almıştı, beşeri aşk ise dışarıdaki ben’i alır. (s. 66)
Oburluk ve unutkanlık yaşlılık belirtisi olarak bilinir. Hilmi Yavuz bunlardan oburluk üzerinde duruyor. Yaşlanma alameti olarak oburluk, dünya nimetlerinin gelip geçiciliğine içgüdüsel bir tepkidir. Yani elde olmadan, pek de ayırdına varmadan yaşanır. Farkına varılsa dizginlenecektir ister istemez. Unutmak ise aslında unuttuğunu anımsayamamak ya da anımsananın kendisini anımsayamamaktır. Birincisinde elinden kayan bir nesneye tutunma çabası, ikincisinde farkına dahi varılmayan bir çabasızlık hüküm sürmektedir. (s. 67)
Yazar “yaşanmışlık, kül’dür” diyor. Yaşanmışlıkların ve anıların küle benzetilmesi yaşanırlarken de ateş olduklarını ima eder. “acılar anılardır, acılar / da tutuşur bir yerinden / biraz!” (s. 68)
Bilmem kaçıncı kez: Tin. Tin’in çürümesini ten’in çürümesine bağlar Hilmi Yavuz. Fakat ilk defa katılmadım ben ona. Ten’i taptaze tin’i çürümüş onun ifadesiyle “kokuşmuş tin” sahipleri daha çoktur aramızda. Adalet Ağaoğlu’nun “Ruh Üşümesi”ne atıfla tin’in çürümesi de mümkündür, elbette! (s. 69)
Behçet Necatigil, Hilmi Yavuz’un lisedeki edebiyat öğretmeni… Lisede iyi bir şairin öğrencisi olmak büyük bir talih. Onun için “Odası Dünyadan Büyük” diye yazdığını anımsar. Sonra yine bu dizeyi ters çevirir. Hem dille hem de dilin ifade ettiği her şeyle ilgili müthiş bir temrindir, bir önermenin tersini söylemek. “Ama sanırım, odası dünya kadardı…” Ve hocası için “dünyaya sığışmıştı,” saptamasında bulunur. Yani o kadar geniş ya da büyük ve engin bir ruhu vardır ki dünya ona göre dar, küçük ve belki de son derece sığdır. (s.70)
Uyku halinde reel dünyadan kısmen ayrılırız. Duyularımız dinlenmeye çekilmiş gibidir biz uyurken. Rüyalar bu, dünyadan çekilmişliğimizin içinde hem özerk hem de son derece bağımsız özellik gösterirler. Bilinçaltında oluştuklarından, sahici yanları çok fazladır. Yazar; okurlarına, gördüğü bir düş üzerine olabilir, düş azabının varlığından söz ediyor. Tarif ettiği şekliyle düş azabı, gerçek (?) hayatta çekilen azaptan daha derin ve daha can yakıcıdır. Bu nedenle Hilmi Yavuz, Freud’un “yaşanan ve bilinçdışına atılmış tatsız deneyimlerin heyecan yükünün hiç de tatsız olmayan bir düş imgesine yapışması” olarak nitelediği durumu yaşamadığını söyler. Ondaki deneyimde düş azabının kendisi, oldukça tatsız ve sıkıntı vericidir. “Yaşamdaki uzun bir birliktelik süresince azap çektiren biri, düşte de azap çektiriyorsa, bunu nasıl anlamlandırmak gerekir?” diye soran yazara; “bir şükür vesilesidir, ruhun yaşamdaki azaptan kurtulmuş olmasının sevincini uyanınca yaşamak, bu düş azabının ardından ufak da olsa hayır işlemek gerekir” diyebiliriz. (s. 71)
Mevsimlerin geçiş dönemleri hassas ruhlara daha fazla etki eder. Örneğin onlar sonbaharın hüznüne ağustosta kapılırlar. Ya da baharın sevinci onlarda şubatla başlar. “Yaz sonunda akşamlar yaşlanır eylüle hazırlık olsun diye” belirlemesinde görülüyor yazarın mevsimsel geçişlere dair hassasiyeti. Yaz ve eylül arasında belli belirsiz bir sınır vardır. Ve bu sınır yaprakların gümrah yeşilinin kavruk sarıya evrilmesiyle hazdan üzüntüye dönüşür. Gözler, daha doğrusu tüm duyular önünde gerçekleşen değişim geçmişte de Yavuz’a “bahçem yaşlı yazlarla dolu” dedirtmiştir. Çok sevilen bir yaz mevsimi daha geçip gitmektedir yavaşça… akşamlar da yaşlanmada(dır) artık… (s. 72)
Tahta ve tebeşir’de yazar varoluşu bir okula, okuldaki bir sınıfa benzetiyor. Aynı benzetmeye devam ederek yaz(g)ımızın karşısında tahtaya çıkmak için sıramızı beklediğimizi söylüyor. Burada kara tahta ölüm, beyaz tebeşir yaşamdır. Öğretmen gelip kara tahtadaki yazıları silecek, yeni öğrenciler gelip yine yazacaklar, öğretmen yine ve hep yine yazılanları silecektir. Dünya hayatı böylesi devri daimlerle doludur. Yahya Kemal’in “hicranlı hayat” dediği gibi… Tebeşir ve teneşir de Lanetli Şiirler’de vardı… Bir harf değişimi ile birbirine benzeyen iki sözcük! (s. 73)
Yazın sona ermeye başladığı günler yeşil yapraklı ağaçlar bile yazara hafifçe grileşen renkleriyle sonbaharın gelişini haber vermektedir. Orta yaşlıdır zeytin ağaçları… (s. 74) “Ben” çoğu kavramı izaha yarayan bir terimdir. İnsan; kâinatın özeti olduğundan ya da en azından böyle olduğunu düşündüğü için, her “ben” dediğinde terimleştirir bu zamiri. Yapışkan ve zamklı bir etiket gibi hangi deftere yapışsa ona ait olan… Gerçek kimliği oturmamış kimselerde ise eğreti durmaktadır. Benin ötesi sonsuz olasılıklara gebedir. (s. 75)
Varlık ve varoluş meselesinde İbn Arabi’nin görüşlerine atıfta bulunuyor. Onun ontolojisinde vacib’ül vücûd zorunlu var olandır: Allah. Mümkin ise varken yok, yokken var olandır. Buraya kadar sorunsuz bulduğu İbn Arabi ontolojisine mümteni kavramı yani zorunlu olarak yok olan eklendiğinde bu ekleyişi gereksiz bulur. Allah ışık, mevcud (mümkin) gölge, mümteni ise karanlıkla simgelenmektedir İbn Arabi’de… İslâm tasavvufundaki Allah ve masivayı yeterli buluyor Yavuz. (s. 76)
İnsan eksik bir varlıktır hangi yönden baksan. “Bütün insan yoktur, bütün ve eksiksiz olan sadece Allah’tır” diyen yazara göre insanın eksik var oluşu Allah’ta yok oluşla giderilebilecektir ancak. İslâm metafizik görüşünün özeti ve hakikatte tam olarak aslı budur zaten. İnsanın varoluşundaki en lirik yan da budur. Parçanın bütüne olan meyli… (s. 77) “Tin’deki kötülükler lirik olanla arınır,” dedi Hilmi Yavuz son söz olarak. Aslında Lirik Defterler’in bütününde hissetti ve hissettirdi bize; lirik olanla ilgilendikçe kötülüklerden arınmayı. Batıl ya da hak tüm dinlerin tasavvuf anlayışında lirizm vardır, evrensel ahlak öğretilerinde de didaktik değil, lirik yön ağır basar ta derinlerde. Öyleyse öğrenmek ve öğretmek isteyen, ham kalmayıp pişmeyi dileyen lirik olana yönelse gerek… (s. 78)