Huzur’da Tematik Yapı / Köhnemeyen ihtiyaç: Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar 1901, İstanbul doğumludur. İnsanlık tarihindeki en köklü ve hızlı değişimlerin yaşandığı 20. yüzyılın ilk çocuklarındandır. Ayrıca – hatta daha da önemli olarak- altı asırlık bir çınarın yıkılışına tanıklık edecek, köklü ve muhteşem güzellikteki Şehr-i İstanbul’da başlamıştır hayatı. Babasının memuriyeti dolayısıyla çocukluk ve ilk gençlik yılları Sinop, Siirt, Kerkük, Antalya gibi şehirlerde geçse de İstanbul’un onun his dünyasında önemli bir yeri vardır. İstanbul’u görüp, havasını soluyup onu başka şehirlere tercih etmemek bir sanatçı için imkânsıza yakın bir hâl olsa gerek. 1923 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitiren Ahmet Hamdi Tanpınar, çeşitli eğitim kurumlarında edebiyat, estetik ve sanat tarihi dersleri verdi. 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’ne Yeni Türk Edebiyatı Profesörü olarak atandı. Bir süre milletvekilliği ve eğitim müfettişliği yapmış olmakla birlikte ömrünün sonuna -24 Ocak 1962- kadar İstanbul Üniversitesindeki görevine devam etti. Ölümü de tıpkı doğumu gibi İstanbul’da gerçekleşmiştir.
Türk edebiyatının en sağlam yapı taşlarından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar, üniversite eğitimine başladığında, henüz on yedi yaşındayken; Yahya Kemal’in öğrencisi olma şansına sahip olur. İlk gençlik yıllarına Yahya Kemal’in yanı sıra Ahmet Haşim’in de dostluğu ve yol göstericiliği damgasını vurmuştur. Modern sanat anlayışını gelenekle harmanlama yetisini bu iki duygu ve sanat insanının yol göstericiliğinde elde etmiştir. Daha sonraki dönemlerde de sanatı her türlü siyasal propagandadan üstün görme, estetiğe ve üslupta mükemmeliyete önem verme tercihi eserlerinde kendini daima hissettirmiştir. Batı edebiyatından Paul Valery, Marcel Prost ve Mallarme isimleri Tanpınar’ın sembolist ve kapalı anlatımının şekillenmesinde önemli rol üstlenmişlerdir.
Kültür bunalımları yaşayan mutsuz bir neslin evladı olmak bir sanatçı için oldukça zor, aynı zamanda ruh olgunlaştırıcıdır. Bugün hangi milletten olursak olalım genlerimize bile işleyen evrensel bir hüznümüz varsa eğer, bunun en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz yaşadığımız iki büyük dünya savaşıdır. Kısa bir zaman dilimi içerisinde yaşanan kitlesel ölümler, salgınlar, korkunç kırımlar, belirsiz sürgün ve göçler nesilden nesile geçen bir gönül burukluğunun en önemli etkenidir. Ahmet Hamdi Tanpınar böyle bir tabloya -üstelik duygusal bir yapıyla- tanıklık ederek kırılgan, naif, inceliklere önem veren ve zaman zaman karamsar bir yazar olmuştur. Bir de şu önemli gerçeği anımsatmak zorundayız ki: Tanpınar muhteşem bir devletin hızlı bir şekilde zayıflamasını, nihayetinde de yıkılışını gencecik gözleriyle görmüş; bu dehşet benliğine en vahim biçimiyle kazınmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde yazılan Huzur romanı işte böyle bir ruh halinin sonucudur.
Huzur romanı olaydan çok insanın ruhsal hallerinden söz etmesi yönüyle ağır, bir o kadar da derin bir tematik yapıya sahiptir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebi, sanatsal, felsefi ve ideolojik karakteri romanın kurgusundaki psikolojik tabloyu hareket kavramından çok duygu ve düşünce yoğunluğuna yakın kılmıştır. Eserde ölüm, hastalık, kozmik ve mistik anlayışlar, eski Türk edebiyatı ve musikisi, dünya savaşına sürüklenen siyasal ortam, Türk insanının Batılılaşma çabalarına dair birtakım problemler, felsefi ve estetik görüşler gibi çeşitli konuların üzerinde durulmuştur. Bütün bu konular huzur, kadın ve aşk temaları etrafında işlenmiştir.
Tanpınar’ın başyapıtı kabul edilebilecek Huzur’un ana düşüncesi kısaca şudur: Birbirimize dar ettiğimiz bir dünyada huzur arayışlarımız neredeyse boşunadır. Üstelik onu yitirmek ona kavuşmaktan her zaman daha zordur. Romanda huzursuzluğun kaynakları olarak savaş ve mahvoluş korkusu, varlık ve yokluk mülahazaları, ölüm kavramının farkına varmak, hastalık ve umutsuz aşk maceraları işlenir. Tek huzur kaynağı olarak ise sevdiğimiz kişilerin varlığı ve onların yanlarında geçirilen vakitler gösterilir.
Edebiyat dünyasında ‘huzursuzluğun romanı’ olarak anılan Huzur’un ilk basım tarihi 1949’dur. Ahmet Hamdi Tanpınar insan soyunun başından geçmiş en ağır yıkımlardan biri olan 2. Dünya Savaşı’nın ertesinde kaleme almış bu romanı. Dikkat çekici bir şekilde savaş yıllarını ya da savaş sonrası panoramayı işlememiş eserinde. Bu tercih romanın değerlendirilmesinde oldukça önemli bir unsur olsa gerek. Zira insan en çok bir felaketi yaşarken ya da yaşadıktan sonra endişelenip huzurunu kaybetmez. Endişe en yüksek mertebesine felaketin müthiş bir korku ile beklendiği zamanda ulaşır. Romandaki huzursuz ruh halinin en önemli nedeni bilinmezlik ve belirsizliktir. Tanpınar insanlık tarihindeki sisin ve silah dumanlarının bir parça da olsa dağıldığı zamanda oturup savaşta yaşanan trajedinin insanlığın genlerindeki izlerini resmetmiştir. Eserde korku dolu bekleyiş “Herkes neşesizdi. Herkes yarını, büyük kıyameti düşünüyordu.” (s. 24) cümlesi ile özetlenmiştir.
Romanın başkahramanı Mümtaz’dır. Mümtaz -tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar gibi- kendi iç sesiyle konuşmaktan hoşlanmaktadır. Etrafındaki olaylara ve kişilere aydın bakış açısı ile bakar. Milyonlarca insanın ölümüne veya sakat kalmasına neden olan İkinci Dünya Savaşı kopmak üzeredir. Mümtaz sokakta bir hamal görür ve şu düşüncelere dalar: “Muharebe olursa bu hamal askere gidecek! Ben de gideceğim! Fakat arada bir fark var. Ben A. Hitler’i ve fikirlerini tanıyor ve ona kızıyorum. Onunla sevine sevine dövüşürüm. Fakat bu biçare ne Almanya’nın, ne de bu fikirlerin farkında. Bilmediği, tanımadığı bir davaya karşı harbedecek; belki de ölecek.” (s. 411)
Tanpınar’a göre iki büyük savaş arasında yaşanan buhranlar sadece daha sağlam düşünen ve daha içli hisseden kişileri değil kendi hayatlarını yaşamak isteyen sıradan insanları da bıktırmıştır. Bu nedenle savaşı öngören insanlar belirsiz bir bekleyiştense insanlığın yok olmasına yol açma ihtimali yüksek de olsa büyük savaşı arzulamaktadır. Zira kangreni ancak ameliyat durdurabilecektir. Ve ölüm küreye kanatlarını germiştir. Yazar romanın önemli kahramanlarından biri olan İhsan’ın dilinden, “Geçen harbin neticesini gördük. Kaldı ki harp bir zaruret oldu artık… Bu kadar hesabı ancak o temizleyebilir. İnsanlıktan ümit kesilir mi? Yalnız harpten bir iyi şey ummuyorum. Medeniyetin yıkımı olacaktır. Ne harpten, ne ihtilallerden, ne de diktatörlerden bir şey çıkacağını umuyorum. Harp Avrupa’nın, belki dünyanın mutlak felaketi olacaktır. İnsanlıktan ümidimi kesmedim fakat insana güvenmiyorum,” diyerek yaklaşmakta olan vahşeti haber verir.( s. 112)
Huzur, Doğu-Batı karşıtlığı üzerine de düşünce üretir. Zira bu karşıtlık hem Osmanlı hem de Cumhuriyet aydınının kafasında yıllarca fırtınalar koparmıştır. Günümüzde aydınlarımız eskisi kadar bu konuda kafa yormasalar da Doğulu kalma ya da Batılı olma tercihi bir dönem oldukça önemli bir yol ayrımı olarak kendisini göstermiştir. Doğu geleneksel değerleri, Batı modernleşmeyi temsil etmiştir. Uzunca bir süre yaşanan kültür buhranı hayatımızın her alanında etkili olmuştur. Romanda Tanpınar Cumhuriyet sonrası yaşanan sosyal ve kültürel hali, “Hayat ve halk, yani asıl kütle devlete yetişmek mecburiyetinde kalmıştır” ifadesiyle tanımlamıştır.
Hastalık Huzur’da dikkat çeken en önemli temalardan birisidir. Çevresi tarafından sevilen İhsan’ın zatürreyle mücadele edişi, Suat’ın verem oluşu eserdeki hastalık temasının somutlaşmış biçimleridir. İhsan’ın hasta oluşuyla birlikte onu seven herkes tarifi oldukça güç endişeler yaşar. Ağır bir ruh buhranını atlatamayan Macide -İhsan’ın eşi- bu hastalık karşısında adeta bir hayalete dönüşür. Mümtaz babası ve hocası gibi gördüğü bu iyi kalpli ve akıllı adam için eser boyunca çaba sarf eder. Huzur’da Mümtaz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir yansımasıysa İhsan da Yahya Kemal’in bir yansımasıdır. İki karakter arasındaki sevgi ve saygı bağı bu gerçeğin bir göstergesi niteliğindedir. Ölümün gölgesi İhsan’ın üzerinde dolaşırken Mümtaz’a hal diliyle adeta şunları söylemektedir. “Ben İhsan olmaktan çıkıyorum. Yakında bir hiç olacağım. Ona hazırlanıyorum.” (s. 18) Cümlelerde ölüme ve varlık- yokluk mülahazalarına dair de serzenişler vardır.
Romandaki umursamaz, zevke ve eğlenceye düşkün olanların dışındaki bütün karakterler fazlasıyla hassasiyet sahibi kimselerdir. Çocuklar dahi bu hassasiyetten paylarını almışlardır. İhsan’ın kızı Sabiha babasının hastalığı karşısında, “Kırmızı kurdelamı takmayacağım. Babam iyileşince süslenirim,” der. (s. 13) İhsan’ın oğlu Ahmet annesinin kendi doğumu sırasında yaşadığı ruh buhranını küçücük kalbinde yaşar. Nuran’ın kızı Fatma ise olanca varlığıyla annesini Mümtaz’dan kıskanır. Oyunla, oyuncakla, sevdiği yiyeceklerle neşelenmesi kolay olan küçük kalpler bile bu kadar içli olursa tam bir huzura doymuşluk nasıl sağlanabilir ki…
Tanpınar Serveti Fünun romanına benzeyen bir tercihle sefalet içinde yaşayan insanlardan çok İstanbul’un elit kesiminden insanları işlemiş bu romanda. İnsan çevresiyle ve içinde yaşadığı ortamla bir bütündür. Yazar mekânları da bu çerçevede şekillendirmiş. Olaylar İstanbul’un ekonomik ve sosyal açıdan iyi konumdaki semtlerinde, en çok da Adalar’da geçer. İki sevgilinin -Mümtaz ve Nuran- karşılaştıkları yer bile Ada vapurudur. Yoksulluk en önemli huzursuzluk kaynaklarından biri kabul edilse de eserdeki kahramanlar sefaletten değil ruhsal fırtınalardan şikayetçidir. Sevmediği kadınla bir ömür yaşamış, onun her türlü kaprisine boyun eğdikten sonra elinde ilaçlara muhtaç, hem duyguları hem düşünceleri zayıf bir oğuldan başka bir şey kalmamış Tevfik Bey, onun mutsuz oğlu Yaşar, güzel ve sevilen kadınları kıskanan Adile Hanım, ahlaki açıdan zayıf, erkekleri kullandığını zanneden oysa onların süslü bir oyuncağı olmaktan başka bir şey olamayan Emma, gerçek aşkı hiçbir zaman bulamamış, inanç yoksunu Suat, ne aradığını bilmeyen Fahir birer hüsran tablosudur.
Eserdeki tematik yapıyı önemli oranda güçlendiren önemli bir unsur da Mahur Beste’dir. Mahur Beste Nuran’ın dedesi Talat Bey’e aittir. Nuran kaderindeki talihsizliği Mahur Beste’yle özdeşleştirmekte. Bu bestenin hüzünlü serencamını genleri aracılığıyla kendisine geçtiğine inanmaktadır. Tanpınar Huzur’da Mahur Beste’nin öyküsünü şöyle anlatır: “Mahur Beste küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o acı çığlıklardan biriydi. Eserin kendi macerası da garipti. Talat Bey’in karısı Nurhayat Hanım Mısırlı bir binbaşı ile sevişerek kaçınca Mevlevi muhibbi olan Talat Bey bu eseri yazmıştı. Hakikatte tam bir fasıl yapmak istiyordu. Fakat tam o esnada Mısır’dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım’ın ölümünü haber vermişti. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenmişti. ” (s. 66) Nuran’ı ve Mümtaz’ı, Nurhayat Hanım’ın hatırası hep takip etmişti. Bu güzel kadının soluk hayali ‘bir uçurumun başında uyanmış ceylan bakışları’yla hep onları izlemişti. Ve torununun kulaklarına, “Ben, çok sevildim, onun için bana muhtaç olanların hepsi bedbaht oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı bir örnek varken, nasıl cesaret edebiliyorsun…” Nuran bu yüzden “Gittin emmaki kodun hasretle cânı bile” deyip devamını getiremezken Mümtaz cesaretle beyiti tamamlıyordu: “İstemem sensiz sohbet-i yârânı bile.”
Romanın merkezinde Nuran ve Mümtaz’ın aşkları bulunmaktadır. Huzur’da yaşanan aşklar arasında en sağlıklısı ve mutluluğa aday olanı onların aşkıdır. Suat’ın intiharı bu aşkın sonunu hazırlamıştır. Suat’ın hastalıklı ruh dünyası inançsızlığın beklenen sonunu da anımsatır. Tanpınar’ın eserlerinin genelinde dikkat çeken mutlu aşkın olamayacağına yönelik tez Huzur’da da kendini gösterir. Mümtaz Nuran’da huzuru aramaktadır, Nuran ise huzuru bulma umudunu çoktan -belki de doğduğu andan itibaren- yitirmiştir. Mutsuz olacağını bile bile Fahir’le evlenmesi de bu umutsuzluğun bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Nuran hem Fahir hem Suat hem de Mümtaz tarafından sevilir. Tanpınar onun fiziksel hiçbir özelliğinden söz etmez. Sadece güzel oluşunu sık sık okura anımsatır. Nuran aynı zamanda Mevlevi ve Bektaşi geçmişi olan soylu bir aileden gelmektedir. Güzelliği, sakinliği ve asaleti her karşılaşmalarında Mümtaz’ı şaşırtır. İkisi de klasik edebiyatımıza, eski Türk müziğine düşkündür. Duygusal karakter yapısının da ortaklığıyla güçlü bir aşka ulaşırlar. Fakat Fahir’in ve Suat’ın varlıkları bu aşkın rengini soldurur. Nuran karşılaştığı tuhaf sevgi çemberinde bunalır. Mümtaz’la arasındaki büyük aşktan, daha doğru bir ifadeyle bu aşkın yıkıma uğrayışından endişelenir. Eserin sonunda endişelerinin yersiz olmadığını görür. Her ne kadar aşk, müzik, İstanbul’un güzellikleri, yaşadıkları duygu zenginlikleri iki sevgiliye mutluluk verse de umut edilen huzura bir türlü ulaşamazlar. Mümtaz’ın kıskançlığı, hatta bir gece Nuran’ın Suat’la bir eğlenceye katıldığını sanması zaten umutsuz bir niteliğe sahip olan bu aşkı her iki taraf için daha da yaralayıcı hale getirir. Böylelikle aşk eserde mutluluk kaynağı olmaktan çok ıstırap nedeni olur. Tanpınar kıskançlığı şöyle tanımlar: “Bu kıskançlıktır. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, sivri neşterler, halinde içimize saplandığı kıskançlık.” (s.375)
Mümtaz’ın anne ve babasının o henüz bir çocukken kısa arlıklarla vefat etmeleri romanda belirgin oranda etkili olmuştur. Mümtaz, anne ve babasının ölümlerinin ardından çocuksu endişeler yaşamış; yaşı küçük olmasına rağmen sıkıntılarla dolu bir hayatta yalnız kalmak sınavından geçmiştir. Daha sonraki hayatında içe dönük bir karakter olması, her an bir felaket bekleme alışkanlığı bu ilk kayıpların sonucunda oluşmuştur. Ölüm düşüncesi onun zihninde her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Mümtaz ölümle ilgili olarak şu cümleleri sarf eder: “Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardır. Merih’te bir dağ küçük bir patlayışla çöker. Ayda lav dereleri kurur. Kehkeşanın ortasında güneşte patlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. Denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgârların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. Kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu birden açar, yüz bini birden toprağa karışır. Bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleridir.” ( s. 81)
Varlık, yokluk, ölüm gibi metafizik olgulara kafa yormasına rağmen Mümtaz; maddesel dünyaya olan bağlılığı ile tasavvuf alanında fazlaca mesafe kat etmeyi başaramaz aynı zamanda da böyle bir durumu arzu etmez. Kendisini dindar sayılamayacak bir kişi olarak tanıtır. Bununla birlikte Allah’ın varlığına olan inancı ile Suat’ın ateist görüşlerini kuvvetli bir şekilde eleştirir. Zira romanın en huzursuz karakteri olan Suat’ın her türlü ‘hodbin’ davranışının alt yapısında inançsızlık yatmaktadır. Mümtaz’a göre muhteşem bir kâinatta, muhteşem bir varlık arz eden insan Allah’ın varlığının en sağlam kanıtıdır. “Biz varsak O da var” diyerek bu düşüncesini dile getirir.
Olay ağırlıklı eserlerden hoşlananlar için Huzur okunması zor bir eser olsa da, içindeki mutsuzluklar -hayatın ta kendisi gibi- mutlu anlardan çoğu kez baskın olsa da biz okuyuculara huzuru bulmanın imkânsızlığından değil zorluğundan dem vurur. Yaşayan her can, bütün olumsuzluklara rağmen umut sahibi olmaya zorunlu ve muktedirdir.
Not: Bu yazıda alınan bölümler Huzur romanının Dergah Yayınları Aralık 1986 baskısından alınmıştır.
Hatice Eğilmez Kaya