Tarih, Aşk ve Felsefe Bağlamında Hasan Sabbah
“Hakikate adanmış bir hayata…” Farhad DAFTARY’ye…
Hatice Eğilmez Kaya
İlknur Altıntaş, Hasan Sabbah Ölümsüz’ü İranlı bir yazar, düşünür ve araştırmacı olan Farhad Daftary’ye ithaf etmiş.
Farhad Daftary asırlardır karanlığa mahkûm edilmiş Doğu düşünce sistemini aydınlatmayı amaç edinen bir isim. Geçiciliğinden şüphemiz olmayan ömrümüzü hakikati keşfe adamak bizler için oldukça değerli bir tercih olsa gerek.
Gerçekler görecelidir, oysa hakikat evrenseldir. Basit hesaplarla küçük dünyalar kuranlar gerçeklerle bile ilgilenmezlerken kafası evrenin, yaratıcının, varlığın ve insanın sırlarıyla meşgul olanlar her alanda hakikate talip olurlar. İlknur Altıntaş okurlarına ilk mesajını ithaf cümlesiyle etkin bir biçimde vermiş.
Bana öyle geliyor ki bazı edebiyat eserleri tek başına yazarı ya da şairi tarafından yazılmıyor. Özellikle bir romanın kaleme alanı, eğer eserinin kahramanlarına kalpten bağlanır ve onlarla içsel bir diyaloğa geçebilirse, roman kahramanları yaşasınlar ya da yaşamasınlar yazarlarının ellerinden tutup, ruhlarının ta derinliklerinde onlarla bir olurlar. İlknur Altıntaş’ın önceki kitaplarını ve Hasan Sabbah Ölümsüz’ü okurken elbette şahsım adına söylüyorum ki bu edebi hakikati oldukça güçlü oranda duyumsadım.
Hele ki kahraman Hasan Sabbah gibi dev bir karakter olursa…
Kimine göre bir cani, kimine göre büyük işler başarmış bir din ve devlet adamıydı Hasan Sabbah. Bir deha olduğunda ise onu seven sevmeyen herkes hemfikir. Hasan Sabbah, tarihte ve günümüzde eşi benzeri olmayan bir ideolojik önder. Kurduğu kaleler devletiyle aslında neredeyse hiçbir tarihçi ve devlet adamı tanımaz onun devletini yıllarca zalimlerin, saltanat sahiplerinin korkulu rüyası olmuş. Onun öğretileri temelini Emevi İslâm anlayışına muhalif görüşlerden almaktadır. Hakkında sayısız eser yazılmış. Zira o insanlığın en büyük okyanuslarından birisi. Kimi kirli diyor bu okyanus için kimi temiz.
Hilmi Yavuz’un Şeyh Bedreddin Destanı ile ilgili bir yazı yazarken de aynı hisse kapılmıştım. Hasan Sabbah ya da Şeyh Bedreddin ki aynı başkaldırının farklı çağlardaki ve coğrafyalardaki yansımasıdır her ikisi de için şunu söylemeliyiz: Hasan Sabbah ya da Şeyh Bedreddin birer teröristlerse bile bizler için onlardan çok onların oluştuğu sosyokültürel ve ekonomik ortam tehlike arz etmektedir.
Hasan Sabbah’a tek pencereden bakmak aslında her şeye ve herkese tek pencereden bakmak çok sağlıklı değil. Şu anda kaleme aldığım bu yazıyı yazarken tarafsız ve hakikatten yana kalabilmek için bir hayli araştırma yaptım. Eskiden beri bildiğim ve birkaç gündür iyice anlayabildiğim kadarıyla dostu düşmanından az bir adam Hasan Sabbah, bu yüzden sayısız asılsız iftiraya maruz kalmış. Bir davaya adanmışlık denince akla gelen ilk isimlerden biri o. Bütün ideoloji mimarları gibi düşüncelerine, dünya düzenine ve klasik İslâm görüşüne yönelik ürettiği alternatif duruşa öyle büyük bir aşkla bağlanmış ki fedailerine en tehlikeli görevlerde dahi onların akıllarını uyuşturacak hiçbir şey vermesine gerek yok. Deha özelliği taşıyan liderlerin biyoenerjik potansiyellleri o derece güçlüdür ki ne sahte cennet tasvirlerine ne de maddi uyaranlara gereksinimleri vardır çevrelerine toplananları etkilemek için.
Hakkında yüz binlerce eser yazılmış, hayatı efsanelerle örülü biri olan Hasan Sabbah’a dair tüm ayrıntıları ele almaya kalksak sayfalarca yazmamız gerekecektir.
Kartal Yuvası diye adlandırılan Alamut Kalesi’nin dünyaca tanınmış şeyhinin hakkı, kendisine tarafsız gözlerle bakabilenler tarafından her çağda teslim edilmiştir.
Hasan Sabbah Ölümsüz’de yazarın birincil gayesi görünene değil batına bakmak, içselleşmek, içe dönmek olarak değerlendirilebilir. Ayrıca öteki olmanın kabulü, inat, direniş var bu kitapta. Sırların öyküsü şüphesiz alevden dokunmuş öykülerdir. İsmaililerin öyküleri de bu türden. Egemen sınıfa, Ortodoks İslâm’a, sınıfsal adaletsizliklere, yöneticilerin zalimliklerine tepki olarak yoksullar arasında büyük bir şevkle sahiplenilen ideoloji dünya tarihinin en yaman çelişkilerine bir başkaldırı gibidir de… Sırra ve gizliliğe son derece bağlı kalan İsmailik dini akılla tevil etme yani anlamlandırma çabasına girmiştir. Eserdeki önemli kahramanlardan biri olana Abdülmelik bir Attaş’ın dilinden şunları söylüyor yazar:
“Çünkü akıl Tanrı’dan fışkırmıştır! O’na en yakın olan da odur; akıldır, yani insandır. Bütün kâinatı kuşatır, bir sarmaşık gibi sarar, bütünün parçasıdır, hepsi O’ nun bir parçasıdır, ama tohum O’dur, görünen, görünmeyen her şey O’ nun tezahürüdür…” Abdülmelik bin Attaş
Mekke aristokrasisi, yoksulluk, köleliğin Kur’an’a rağmen yok edilemeyişi, yoksul ve ezilmiş bir inananlar kitlesini zengin ve dini sadece iktidar aracı olarak kullanan halifelerin yönetmesi, Hz. Peygamber’in vefatından kısa süre sonra Ehli Beyt’inin sıra ile öldürülüşü vicdanlarda iyileşmesi imkânsız yaralar açmıştı. Halklar bilge, adil, sosyal adaletsizliklere dur diyebilecek kadar cesur liderler arıyorlardı. İlknur Altıntaş eserlerinde başta Hasan Sabbah olmak üzere Karmati liderlerine eğilerek onların ve yoksul halklarının tarihin tozlu sayfalarında yitip giden hayatlarına ortak vefa borcumuzu ödüyor.
Hasan Sabbah Ölümsüz’ün mekân unsurları tıpkı öyküsü gibi oldukça büyülü ve gönül çelici. Doğu’nun baharat kokan mistik şehirleri, gizemli aynı zamanda dehşetli dağları, uçsuz bucaksız çöller, umudun diğer ismi vahalar, hem düş hem de gerçek olan kaleler… Özellikle de ana mekân olan Alamut!
Alamut’ta fedailer ve onların önce genç sonra yaşlı şeyhi, Seydunları değil; korku, ölüm, yalnızlık, yoksulluktan kaçış, dışlanmışlık, hırs, kin, acı, İslam’ın ve aslında tüm insanlık tarihinin muhalif ve isyankar çocukları, adalet arzusu, haktan yana olma kararlılığı, aşk, davaya bağlılık, daha pek çok insana ait unsur saklanıp kök salmaktadır.
Alamut Kalesi’nde yeşerip serpilen, Büyük Selçuklu topraklarından ve Kahire’ye doğru inen onlarca kalede hüküm süren İsmaili öfke, suikastlar, yarına kadar yaşamayabileceğini bilme hissi eserin satır aralarından süzülen bazen insani bazen de insanüstü duygular. Hasan Sabbah zor bir coğrafyanın karanlıkla aydınlığın, umut etme ve umutsuzluğun, ölüme aşina olmanın, sonsuz adalet arayışının, engin bir varoluşsal duruşun destanı.
Hasan Sabbah’ın “Hiçbir şey kesin değildir; her şey mümkündür” sözüyle başlayan, bir ideolojinin kurucusu ve en büyük propagandacısının anlatıldığı bu romanda Kale’nin şeyhinin felsefi görüşlerine dair birçok sır veriliyor. Düşünmeyen insan boş bir çuvaldan farksızdır şüphesiz. Asırlar boyunca milyonlarca insanı etkileyen Sabbah’ın düşünce sisteminden bir kesit:
“Biz ölümden korkmayız! Onlar kendilerini yaşam ve ölümün üzerinde söz sahibi, kâinatın efendisi sandılar. Korku tohumları ektiler yüreklere, özgür insanı köle ettiler! Aklın köklerini söktüler, karanlık ektiler kalbin toprağına, insanı yok ettiler! İnsan ki yaratılmışların en şahanesini, en mükemmeli! Cehennemin katlarını doldurdular, hırsızlar, hainler, gözü doymak bilmeyenler. Ama artık rüzgâr değişti. Şimdi, adalet zamanı! Yeni bir dünya kurma zamanı! Kötü olan, çürümüş olan, kokuşmuş olan ne varsa gömme zamanı! Yolumuz uzun, davamız derin. Korkan bir adım geri dursun! ”
Maddenin üç halinden söz eder klasik kimya ilmi. Peki ya insanın kaç hali bulunmaktadır dünya üzerinde ve evren boşluğunda? Hasan Sabbah’ta yazarın sorduğu ve cevap verdiği düşünsel meselelerden biridir. İnsanın halden hale geçme özelliği…
Sırlarla dolu bir reel evrenin, henüz neliği hakkında en ufak bir yargı dahi üretemediğimiz, reel evreni de kapsayan bir sonsuzluk âleminin belki tam ortasında belki de kıyısında köşesinde bir yerlerde varız. İşin enteresan yanı var olduğumuzun geçici olma ihtimali de olan bir şekilde farkındayız. Bu yüzden varoluşa dair sayısız düşünce ürettik çağlar boyunca. İlknur Altıntaş, Hasan Sabbah’ı derinlemesine ve en ince ayrıntısına kadar inceleme fırsatı bulunan bu kitapta, kahramanlarının dilinden varoluşsal sorunlarımıza da atıfta bulunuyor. Bu nedenden ötürü eserde hikemi bir duruş dikkat çekmekte:
“Doğduğunda gözlerin dış dünyaya açılır, iç dünyaya kapanır. Oysaki sır dışta değil, içtedir; içeridedir. Tüm bu şatafat daha da körleştirir insanı, daha da uzaklaşırsın hakikatten. Sırat köprün kopmadan içine dön, hakikate dön. Sırrın içinde gizlidir sır, onun da içinde, onun da içinde. Hakikate duvar olma, kapı ol!”
Her ne kadar edebiyat bilimiyle ilgilenen insanlar destan çağının sona erdiğinden söz etseler de eli kalem tutanlar destan yazmaya devam etmekteler. İlknur Altıntaş’ın tüm eserleri lirik birer destan. Hasan Sabbah Ölümsüz de böyle elbette.
Hasan Sabbah Ölümsüz’de aforizma niteliğinde birçok bölüm bulunmakta. Yazar felsefi düşünce ve görüşlerini birbirinden vurucu sayısız cümle ile okura aktarıyor. Bunlardan birkaç örnek:
“İnsan savaşın ne olduğunu savaşırken fark edemez, bittiği zaman anlar…”
“Gerçek seni özgürleştirmez, değiştirir. Sonsuza dek değişirsin, bir daha asla aynı kişi olmazsın, bir kez bilirsen, bir daha hiç kimse seni kandıramaz!
“Hayat böyledir, sürprizlerle doludur, ama hayatın en büyük sürprizi ölümdür, en büyük sondur; daha iyisi yoktur, daha şaşırtıcı olanı da. Ölüm en büyük avcıdır, ölüm seni gözler, bekler, ölüm seni nerede bekliyor?”
“Zamanın rüzgârları serttir, sadece ne zaman eseceği belli değildir; bir anda toz dumana karışır, hakikatin üzerindeki tüm yalanları, kiri, pası, her ne varsa temizler.”
Roman okuyucularına şu evrensel hakikati anımsatıyor: İnsanlar ölür, fikirler ölümsüzdür. Zaten insanın mayası en çok fikirle karılmıştır. İnsan aklı, sonsuz sandığımız aslında şüphesiz bir sonu olan fakat sınırını hayal edemediğimiz evrenin en verimli tarlası. Ya da bize öyle geliyor. İsmaili görüş, dine ve hatta varoluşa batıni gözle bakan anlayış, yoksuldan yana tavrıyla Karmatilerin düşünce sistemini oluşturmuştur.
İnsanlık bazen toplu biçimde susar. Kimi korkudan, kimi uyuduğu için, kimi nasıl ve kime söyleyeceğini bilmediğinden, kimi söylemeye gerek duymadığından, kimi devasa veya minicik ve hatta ipe sapa gelmez çıkarlarından ötürü, kimi kendisine söylenen yalanlara kalpten inandığı için, kimi bilinmez ki neden, kiminin hiçbir şey hakikaten umurunda değil… Bu tuhaf suskunluk oyununda, belki de ortak düzeneğimizde İlknur Altıntaş adil kalma zorunluluğumuzu ayakta tutmaya çalışan bir yazar olarak dikkat çekiyor.
Hasan Sabbah – Nizamül Mülk ve Ömer Hayyam – Gazzali arasındaki zıtlık eserin iskeletini oluşturan önemli unsurlar arasında yer alıyor. Sufi gelenekte de evrende her şey zıddıyla vardır. Gece ile gündüz, karanlıkla aydınlık, iyilik ve kötülük, varlık ve yokluk hep bu türden sorgulamalardır. Dünya düzenine galiba en baştan beri bu düzen kapitalizmdi gelmiş geçmiş en güçlü muhalif güçlerden olan Hasan Sabbah ve devlet gücünün simgesi durumundaki Nizamül Mülk gece ile gündüz kadar birbirlerine zıddı. Hasan Sabbah’ın İslâm’ın Şia kolundan oluşuna karşın Nizamül Mülk’ün Sünni islâm’ın en tanınmış simaları arasında yer alması, birinin yoksul halk kitlelerince desteklenip diğerinin sultanın sağ kolu oluşu da böyledir. Çoğunluk tarafından sadece şair sanılan oysa aslında filozof, matematikçi, gökbilimci olan Ömer Hayyam ve dini en katı haliyle yorumlayan Gazzali yine karanlık ve aydınlık kadar zıddır. Kitapta bu tarihi şahsiyetlerle ilgili oldukça etkili bölümler mevcut.
İnsanlık masumiyetini ne zaman yitirdi sorusunun cevabını Hak dinlere inananlar için ilk kardeşler olan Habil ve Kabil’e kadar indirmek mümkün. Tüm insanlığı kapsayan bir değerlendirme ile, dünya üzerindeki ilk cinayete dayandırabiliriz masumiyetimize olan ihanetimizi. Savaş ve kıyım belki de dünyevi hayatımızın en acıklı zorunluluğumuzdur. Bakınız Hasan Sabbah’ın biricik sevgilisi Sholeh şöyle der:
“Ah, elbette bunu Tanrı için yapıyorsunuz! Onun adını kirletiyorsunuz, sizden utanıyor olmalı, tam bir hayal kırıklığısınız, bence öyle düşünüyor, bu yüzden de bıraktı, artık umurunda değil, bizi terk etti. Tanrı bizi terk etti, cehenneme çevirdiğiniz cenneti için sizi asla affetmeyecek, sizi özgür yarattı ama siz kendini Tanrı sanan hükümdarların köpeği oldunuz, kölesi; altın için kan döktünüz, siz Tanrı’nızı onlar için sattınız ve biz bu cehennemde yaşayacağız, sonsuza dek çünkü Tanrı bizi terk etti, hepimizi…”
İlknur Altıntaş’ın bütün eserleri 9. ve 10. yüzyılların acımasız fakat bir o kadar da samimi, mertliğin ve cesaretin hüküm sürdüğü atmosferinde geçiyor. Gel de ölü ozanların gönül gözlerine sırtını dön. Köroğlu ne güzel demiş “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diye…
Altıntaş birinci ve ikinci dünya savaşlarıyla iyice kirlenmiş, emperyalizmin ve kapitalizmin kıskacında olanca hürriyetini yitirmiş, postmodernizmle bile acılarını dile getirmekte zorlanan insanlığın 21. asrından epik bir büyünün henüz bozulmadığı çağlara iltica ediyor. Şimdiki zamana döndüğünde modern dünyanın yozlaşmış atmosferine adapte olmakta zorlandığını tahmin etmek bizler için hiç zor olmuyor. Çünkü onun kitaplarını bitirdiğimizde veyahut elimizden her bıraktığımızda aynı kederi biz de yaşıyoruz.
Kiya Buzurg Umid… Hasan Sabbah’ın en yakın arkadaşı, sırdaşı, belki de dünyada güvenebileceği tek insan. Bir hayli eyyamcıdır aslında Kiya, her şeyi boş vermiş bir hali var tavrında, tarzında. Bilirsiniz arkadaşlar birbirlerinin aynası gibidir. Hasan’ın attığı adımdan, söylediği söze kadar benzeri bir duruşu var yakın dostunun. Fakat Kiya neredeyse dünya yansa umursamayacak, Hasan öyle olamaz. Kiya’nın şen şakraklığı, her tasaya kalbinde yer vermezliği onun görünen yüzü. İçinde Kale’nin Şeyhi’ne müthiş bir bağlılık var. Öl dediğinde ölecek kadar. Fakat ondaki bu bağlılık fedailer gibi körü körüne ve mekanik değil. Hasan Sabbah’ın davasını en ince ayrıntısına kadar anlamanın ve dehası su götürmez bir dosta sahip olmanın sevinciyle kurulu bir bağlılık.
Şöyle ki bir de Kiya yazarın erkek kılığındaki temsilcisi gibidir romanda.
Eserin şiirsel bir dili var. Yazar her ne kadar tür olarak romanı tercih etmişse de coşkulu bir anlatım tekniğine sahip olmasından dolayı bazı bölümleri uzunlu kısalı şiir parçaları biçiminde kaleme almış adeta… Böylesi bölümlerden biri:
“Dünya eskisi gibi değil.
Dünya kirlendi!
Kirletildi!
İnsan Büyük Yaratıcının en büyük eseriydi ama insan nankör çıktı!
O’nun yarattığı tüm güzellikleri yok etmek yetmedi, kendini de yaktı!
Asla doymayan bir hayvan insan!
Her geçen gün daha da vahşileşen!
O’nun kurallarıyla savaşan, kendini Tanrı sanan zavallı insan! Zulmün yaratıcısı insan, vahşetin tohumu, kötülüğün toprağı insan!
Kendinden olanın tek düşmanı!
Yeşile düşen gölge, aydınlığı örten karanlık!
Acıyla beslenen, nefretle büyüyen, sevgiyi yok eden insan!
Oysa başlangıçta böyle değildi, aydınlıktı, umuttu insan!
Vakit geç değil, hala şansımız var!
Tüm bu enkazdan kurtulup yeniden inşa edebiliriz.
Çünkü aydınlığın, ışığın tohumu hala içimizde, yüreklerimizde!”
Sözümüz aşka gelip çattığında şairlerin aşk deyince kalem elden düşüyor dedikleri gibi anlatalım biz de İlknur Altıntaş’ın kaleminden dökülen derin, gerçek, biraz bizimkilere benzeyen fakat daha çok kendine özgü aşk serencamına.
Sholeh, yazarın bütün kadın kahramanları gibi savaşçı, cesur ve ne yapacağı belli olmayan bir kadın. Ayrıca gözü pek de… Eli kılıç tutuyor Sholeh’in, sevdiği adamla birlikte savaşacak, tehlikeli anlarda eşini kalede tek başına bırakmayacak kadar epik yanı güçlü bir karakter. Buna rağmen kendisinden umulmayacak kadar da ince ruhlu bir kadın. Hasan Sabbah’ın ismini duyduğunda ona ulaşma, onu görme sevdasına tutuluyor. Yani henüz görmeden seviyor gözü kara şeyhini.
Neredeyse tüm âşık kadınlar kadar kıskanç, eşine ölümüne bağlı… Ona hayran… Hayran olma hissi aşkın parametrelerinden biridir. Hayran kaldığı için âşık, âşık olduğu için hayran… Onu çokça beğeniyor tabii olarak da elinden alınmasından korkuyor. Hasan’dan kaçıp yine Hasan’a dönüyor Sholeh… Onsuz nefes alamıyor, Şeyh’i olmadan yaşama ihtimali bile onu çileden çıkarıyor. Şu da bir gerçek ki sevgi erdem, aşk arazdır çoğunlukla…
Aşka ilişkin birçok neşe, hüzün, endişe, umut, korku, şaşkınlık dolu sayısız ayrıntı var bu romanda. Yanında bir kadın görülmesine alışık bile olunmayan bir adamın sevdiği kadının gözlerinde eridiğine tanıklık ediyoruz örneğin…
Kendisi başlı başına onulmaz yara, bir tuhaf dert olsa da aşk gelince cümle dertler bitiyor galiba…
Bana kalırsa okuru Hasan Sabbah’a ideolojisinden, dava adamı oluşundan, cesaretinden, dehasından çok Sholeh’le arasındaki inanılmaz çekim bağlayacak.
Esere dair sözlerimizi Sholeh ve Hasan Sabbah arasında geçen bir ânı aktararak bitirelim:
“Şah mat!” dedi Sholeh. Hasan Sabbah’ın gülüşü muazzamdı; onu izlemekse zaferin en büyüğüydü.
“Evet, iyi olduğun konusunda beni uyarmıştın” dedi Hasan Sabbah.
“Piyonlarını feda ettin! Bunu anlamayacağımı mı sanıyordun! Kazanmama izin verdin!” dedi Sholeh.
“Bu işte gerçekten iyisin!” dedi Hasan Sabbah.
“Bilerek kaybettin…”
“Sana söyledim, bu hayatta kazanacağın bir şey yok, kaybedeceğin de. Şu an gerçek ve değerli olan tek şey, gülüşün!” dedi Hasan Sabbah.