Bir Garip’in Poetikası Üzerine Söylenceler
Hatice Eğilmez Kaya
‘Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem…
Değil!
Ekmek parası desem…
Değil!
Bir dert ki
Dayanılır şey değil.’ diyen Orhan Veli bir derdin müptelasıydı. Zaman zaman bu derdi anlatamamaktan yakınsa da şiir onun tek aracıydı ‘epeyce yaklaştığı’, ‘bildiği’ fakat tam olarak bir türlü ‘anlatamadığı’ yeri tarif edebilmek için.
Orhan Veli’yi modern çağların dervişi, Yunus Emre’si olarak görür ve severim. Ona temiz bir kalp aynasından bakan herkes ondaki dervişane söyleyişi görür. Dünya görüşünü yansıtıyormuş yanılgısı uyandıran serkeşliğinin arkasında, başıboş gibi değerlendirilebilecek özel hayatının gölgesinde, birbirinden içli dizelerin derinliklerinde parıldayan bir dervişaneliktir bu. Üstelik herkese göz kırpmaz. Gerçi dervişane olmasaydı da severdim onu, etrafa binlerce rayiha saçan ‘ehli dil’ yanını keşfedemesem de… Şiirimizde poetika denince hakkında yazmak isteyeceğim ilk isim kuşkusuz yine de o, olurdu. Cumhuriyet edebiyatını 1940 öncesi ve 1940 sonrası olarak bölen, önderi ve kurucusu olduğu, devrim niteliğindeki ‘Garip şiir akımı’ nedeniyle…
Orhan Veli’nin poetikasını, 1941 senesinde yayımlanan ‘Garip Önsöz’ünden yola çıkarak değerlendireceğim. Bir şiirinde, ‘Oktay Rıfat’la Melih Cevdet’tir en yakın arkadaşlarım,’ dediği iki dostuyla oluşturduğu Garip şiir akımının şiir görüşleri verilmiştir bu önsözde.
Orhan Veli çağlar boyunca şiirin yaşadığı gelişimi izliyor her şeyden önce. Asırlar içinde birçok değişikliğe uğrayan şiire bakıp onu günlük dilden bir hayli uzaklarda buluyor. Bunun için de şiirin doğallaşma sürecine girmesi gerektiğine inanıyor. Geçmişten sıyrılmak, onu tamamen reddetmek değilse de yapmaya çalıştığı iş; bu, tarihi insanlık tarihiyle yaşıt olan sanatı bambaşka bir yola kanalize etmeye çalışıyor: ‘Şiir, yani söz söyleme san’atı, geçmiş asırlar içinde birçok değişikliklere uğramış; en sonunda da, bugünkü noktaya gelmiş. Bu noktadaki şiirin doğru dürüst konuşmadan bir hayli farklı olduğunu kabul etmek lâzım. Yani şiir bugünkü haliyle, tabiî ve alelade konuşmaya nazaran bir ayrılık göstermekte, nisbî bir garabet arzetmektedir. Fakat işin hoş tarafı, bu şiirin birçok hamleler neticesinde kendini kabul ettirmiş, bir an’ane kurmak suretiyle de mezkûr acaipliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğup bugünün münevveri tarafından terbiye edilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada idrak ediyor. Şiiri kendine gösterilen şartlar içinde aradığından, bir tabiileşme arzusunun mahsulü olan eserlerini tabiî kabul edişinden gelmekte.’
Gelenek aslında ne hoş, ne bizden bir kavramdır. Her ulusun, her topluluğun kendine özgü gelenekleri vardır. Giyinişimizden tutun da oturup kalkmamıza, yemek yememize ve pişirmemize, attığımız adıma kadar işlemiştir geleneklerimiz. Şiirde neden gelenek olmasın, şair neden bir geleneğe eğilim göstermesin ki… Yine de zaman zaman bu gelenekler yıkılır, yerlerine yenileri gelir elbette. Bu yıkım ve yerine geliş eşyanın doğasında vardır. Hiç kimse kolay kolay karşı duramaz bu hale. Bizim eski şiir geleneğimizde vezin ve kafiye oldukça önemli yer tutar. Zamanla eski gücünü yitirmiştir bu iki alışkanlık. Onların şiirimizde terki diyar etmelerinde ya da en azından sıkça kullanılmaz olmalarında Orhan Veli’nin ve arkadaşlarının oldukça önemli etkileri vardır. Bugün bizler kabul ediyoruz ki şiir ne tamamen onlardan oluşmaktadır, ne de onlarsız yaşayabilmektedir. Bir şiirin hiç ummadığımız bir yerinde ortaya çıkıvermeleri bile bizlerde eski dostlarla karşılaşmışız izlenimi uyandırır. Orhan Veli’nin ölçü ve uyak ile görüşleri ise şöyledir: ‘An’ane, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiş. Nazmın belli başlı unsurları vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay anımsanmasını temin için, yani sadece hafızaya yardımcı olmak maksadiyle kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular. Onu, hikmeti vücudu aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı bir maharet saydılar. Şiirin de menşeinde, diğer san’atlarda olduğu gibi, böyle bir oyun arzusu vardır. Bu arzu iptidaî insan için nazarı itibara alınabilecek bir ehemmiyetteydi. Halbuki insan o zamandan beri pek çok tekâmül etti.’
Ölçü ve uyaktan vazgeçen Orhan Veli söz söylemenin inceliklerinden vazgeçmemiştir. Zira söz söyleyebilmek başlı başına zekânın göstergesi olan bir yetenektir: ‘Lâfız ve mâna sanatları çok kere zekânın tabiat üzerindeki değiştirici, tahrip edici hassalarından istifade eder. Bilgisini, terbiyesini geçmiş asırlara borçlu olan insan için bundan daha tabiî bir şey yoktur. Teşbih, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan acaip karşılanmaz, kendine hiçbir gayri tabiilik isnat edilmez. Hâlbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri garip telâkki etmektedir. Hatâsı, muhtelif sapıtmalarla gelişmiş bir şiir anlayışını kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının peyda olduğu günden beri yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran oluğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha ilâve etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalâğa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.’ Söz sanatlarının yerlerini yavaş yavaş ‘imge’ye terk etmesinde de bugün bizlere aşina gelen fakat dünün şiirseverlerinin yabancısı oldukları bu görüşler yatmaktadır. İnsanların alıştıkları şeyleri, alışılmadık bir söyleyişle dile getirmek gerçekten de hatrı sayılır bir marifet olsa gerek.
Orhan Veli insanın dünyaya gelirken sahip olduğu safiyet özelliğine önem vermektedir. Hem bireysel olarak insanların hem de genel olarak insan soyunun çeşitli nedenlerle bu özelliklerini yitirdiklerine inanmaktadır. Öze dönüş için her türlü aracıyı ortadan kaldırmayı önermektedir. Onun şu söyleyişinde de bir öze dönüş arzusu görülmektedir: ‘Mümkün olsa da, şiir yazarken bu kelimelerle düşünmek lâzımdır, diye yaratıcı faaliyetimizi tehdit eden lisanı bile atsak. Ancak bu suretledir ki, kendimizi alışkanlıkların sürüklediği gayri tabii inhiraftan kurtarmış; safiyetimize, hakikatimize irca etmiş oluruz.’
Bir geleneği yıkmak, yerine yenisini kurmak Orhan Veli için oldukça önemli bir eylem ve davranış biçimidir. Gerçekten de insanlık tarihi ve sanat tarihi eski yeni mücadelesinden çıkan güzelliklerle örülüdür… Elbette ki böylesi bir mücadelede adil ve insaflı olmak koşulu ile. Orhan Veli şiirde gelenek ve yenilikle ilgili şu görüşleri beyan ediyor: ‘Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey içlerinden gelen yeni bir kayıtlar sistemidir. Ancak ileriki nesillere intikal ettikten sonra an’ane olur. Büyük san’atkâr namütenahi kayıtların içindedir. Fakat bu kayıtlar, hiç bir zaman, evvelkiler tarafından vazedilmiş değildir. O; kitapların öğrettiğinden daha fazlasını arayan, san’ata yeni kayıtlar sokmaya çalışan adamdır.’
Parnasyenler şiiri resme, Sembolistler ise müziğe yaklaştırma tercihinde bulunmuşlardır. Oysa Orhan Veli, bu yakınlaşma haline karşı bir duruş sergilemektedir. Her sanatın kendisine has bir güzelliği bir albenisi olduğuna göre ona bu konuda hak vermek mümkün olacaktır. ‘Ben, sanatlarda tedahüle taraftar değilim. Şiiri şiir, resmi resim, musikiyi musiki olarak kabul etmeli. Her san’atın kendine ait hususiyetleri, kendine ait ifade vasıtaları var. Meramı bu vasıtalarla anlatıp bu hususiyetlerin içinde kapalı kalmak hem san’atın hakikî kıymetlerine hürmetkar olmak, hem de bir cehde, bir emeğe yer vermek demek değil mi? Güzel olanı temin edecek güçlük herhalde bu olmalı. Şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat bu güçlüğü yenemiyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil. Ayrıca bu san’atlar, öteki san’atların içine girince hakikî değerlerinden de birçok şeyler kaybediyorlar.’
Orhan Veli’ye göre “bütün kıymeti mânasında olan şiir” başka yaklaşımlarla yıpratılmayacak kadar değerlidir. Okurun şiirde neyi nasıl anladığı o kadar önemlidir ki bizler söyledikçe ve anlaşıldıkça mutlu olma eğilimde olan varlıklarız. Hele ki şairler her ne kadar gizleseler, örtseler de duygularını; anlaşılmak için yanıp kavrulurlar. Kimi herkesçe anlaşılmak ister, kimi elit bir zümrece. Kimi olduğu gibi söyleyiverir, kimi başka başka yerlere saklar sözünü. Orhan Veli’de dikkat çeken özellik sıradan insanların da şiiri hak ettikleri görüşüdür. Zira insan olan herkes şiire layıktır.
Şiirde işçilik çok önemli. Şiiri işleyebildiğimiz kadar işlemeli, yontabildiğimiz kadar yontmalıyız tıpkı kendimiz gibi. Ancak o zaman meramımız ‘insanca’lık olur. İlham da bizlere özgü bir inceliktir. Onsuz şiir olmaz görüşünü yabana atmamak gerekir fakat şunu da unutmamalıyız ki sadece ilhamla da şiir yücelerdeki hak ettiği. Yeri alamaz. Belli bir emeğin nerede tadı tuzu yoktur ki şiirde olmasın. İlhama dayanan şiir olarak değerlendirilebilecek ‘ruhi otomatizm’den çok şiir üzerinde emek ve titizlikle çalışma gereğine inanan Orhan Veli, bu konuda şunları söyler: ‘Kısmen haklı bulduğumuz otomatizm fikri bizim memlekette, bu mektebin tam bir izahı diye kabul edilmiş. Halbuki bu, sadece bir çıkış noktası. Burada, bizim tarafımızdan olduğu gibi onlar tarafından da şiirin esas işçiliği diye kabul edilen “tahteşşuuru boşaltma” ameliyesinin daima bir cezbe haliyle müterafık olmadığını ilâve etmeliyim. Eğer böyle olsaydı herkes san’atkâr olurdu. Halbuki san’atkâr, elde edilmiş bir melekeyi rüya ve saire cinsinden haller dışında da kullanabilen adamdır.’
‘Sanatkâr mükemmel bir taklitçidir. Usta san’atkâr, taklitçi değilmiş gibi görünür. Çünkü taklit ettiği şey orijinaldir.’ diyen Orhan Veli bir anlamda doğru söylüyor. Şair aslında şiiri aracılığıyla insanın ve evrenin minyatür halini oluşturmaz mı? Her dizede insana dair ne çok sır gizlidir. Şiir dili de böyle değil midir? Günlük dili kullanır fakat ondan o kadar farklı bir dünya oluşturur ki okuyanlar bu dilin herkesin kullandığı dille aynı olduğuna inanamazlar bile.
‘Şiirde hücum edilmesi lâzım geldiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı zihniyettir. Bir şiirde bir tek berceste mısraın kifayetine itikat şeklinde tezahür eden ve ilk bakışta insana basit görünen bu zihniyeti, şiirin kötü bir hususiyetine bağlanışın gizli biri ifadesi olduğu için mühim buluyorum. Şiirde bir “bütün”ün lüzumuna inananlar bile mısralar arasında bir takım aralıklar kabul eder, bu aralıkları birbirine rapteden mâna yakınlıklarını şiirdeki örülüsün mükemmeliyeti için kâfi sayarlar. Bu telâkki belki de hücum edilmeğe değecek kadar sakat bir telakki değildir. Fakat insanı şimdi bahsedeceğim hususiyete ve o hususiyetten zevk alma tehlikesine götürdüğü için buna da meydan vermemek lâzımdır. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğünün farkında bile olunmaz.’ Özellikle Divan şiirinde bütün güzelliğine değil, parça güzelliğine önem veriliyordu. Bu önem veriş zamanla eski değerini yitirdi. Orhan Veli de parçadan çok bütüne önem verenlerden. Aslında bizler bugün daha geniş bir pencereden bakabildiğimiz için ‘parça güzelliği’ ya da ‘bütün güzelliği’ tartışmalarını çoktan aşmış durumdayız. Artık güzelin peşini bile çoktan bıraktık.
Kelimeler sözün tılsımına ve gücüne inananlar için ne kadar da önemlidir. Onlar sayesinde şiir yazar, halimizi anlatma eyleminde bulunuruz. Şairin en çok koruması gereken varlığı olan kelimeye şairaneliğin gölge düşürdüğünü düşünüyor Orhan Veli. Her kıymet arz eden şairin ve yazarın belli bir edası vardır. Orhan Veli’ye göre onları bu edaya ulaştıran kelimelerin ta kendisidir. Bununla birlikte onları allayıp pullamanın da hiç mi hiç gereği yoktur. ‘Bu edaya bizi kelimeler getirmiş. Fakat şiir zevkini, şiir telâkkisini bugünkü cemiyetten alan insan çok kere aksi cihetten hareket etmekte, yâni o kelimelerden evvel şairâneyi tanımaktadır. Bu edayı getirebilecek kelimelerden müteşekkil lügat; yazarken şairane olmak isteyen, okurken de şairâneyi arayan insanın kafasında zaruri olarak meydana gelir. O lügatin çerçevesinden kurtulmadıkça şâirâneden kurtulmaya da imkân yok. Şiire yeni bir dil getirme cehdi işte böyle bir kurtulma arzusundan doğuyor. “Nasır” ve “Süleyman Efendi” kelimelerinin şiire sokulmasını hazmedemiyenlerse şairâneye tahammül edebilenler, hattâ onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlardır. Halbuki “eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lâzım.” Şairanelikten uzak durmak gereğinin önemiyle sonlandırmış Orhan Veli şiire dair sözlerini… Şairane sözler söylemek üzerine ne desek ya nalına vururuz ya mıhına. Bu yüzden biz de sözlerimizi, ‘sen de haklısın, yazık oldu Süleyman Efendiye mısra i meşhurunun şairi,’ diyerek sonlandıralım.