Kendisi İçin Pekâlâ “O Türkiye’dir!” Diyebileceğimiz, Aydın Duruşlu Bir Şairden Lânet Şiirleri
Hatice Eğilmez Kaya
Son haliyle dünya, insan soyunun bencilliği yüzünden, lânetlenmiş ve terk edilmiş bir kasabaya benziyor… Aklı erenler hepimizin gözleri önündeki bu tabloya bakıp çeşitli yollarla şerh düşüyorlar. Şairlerin şerh düşme dili, kaleme aldıkları dizeler olduğuna göre Lânet Şiirleri’ne, karşı bir duruş olarak bakmamız doğru olacaktır.
Hüzün ve Ben’de “Yapılacak hiçbir şey kalmadığında, bu dünyaya katlanmanın büyülü yollarından biridir hüzün. Bir muhalefettir,” diyen Hilmi Yavuz, Lânet Şiirleri’nde üzerinde yaşadığımız gezegenin lânetli bir hal aldığı gerçeğini anımsatıyor bize…
Lânet Şiirleri’nde ilk referans Charles Baudelaire ile Fazıl Hüsnü Dağlarca olarak dikkat çekmekte. Hilmi Yavuz’un alıntı yaptığı dizesinde; Baudelaire şöyle diyor:
“Binlerce lânet olsun o yaramaz düşçüye…” (Maudit sois â jamais le rêveur inutile)
Baudelaire’den sonra okuru, epik şiirleriyle tanınsa da uzay çağı yalnızlığımıza ve varoluşsal kaygılarımıza da atıfta bulunan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan şu alıntı karşılamakta: “Benimle ve edebiyatımla meşgul olana lânet olsun. Ben karanlık yolumda yalnız gideceğim.”
Eser üç bölümden oluşuyor. Lânetli Şairler’e, Melamet Şiirleri, Dörtlükler.
İlk bölümde şair lânet ve… diyerek adlandırmış bütün şiirlerini. “Les poetes” (lânetli şairler), “elem çiçekleri”, “gaaib musıkî”, “çoban”, “boyalı kuşlar”, “morg”, “hayat”, “keder”, “koma” ve “rüya” lânetle eşleştirilen kavram veya nesneler…
İkinci bölümde bu kez melâmet ve… şeklinde bir isimlendirme dikkat çekiyor. “Arılar”, “kuş”, “kalbimiz”, “karanfil”, “melek”, “fenâ” ve “melâl” melâmetle eşleşen sözcükler… Bu bölümdeki her bir eşleşme semboller aracılığı ile sufi, melâmi, mistik çağrışımlara neden olmakta.
Son bölüm rubai diyebileceğimiz dokuz dörtlükten oluşuyor. Rubailerin ikisi Mevlânâ ve Yahya Kemal’e ithaf edilen şiirler, birinde -aynı zamanda son şiirde- Hilmi Yavuz kendini düşsel, aslında hakikati arayan bir aynanın önünde resmetmiş:
“kendinin orda, yakınında, o senin / yaşadığın bunca safsatanın ve gösterinin / ortasında hiçbir şey görmedin, – göremezdin! / çünkü insan aynasıdır kendisinin” Şair başka bir yerde yine kendisinden bir başkası imiş gibi söz ederek tecridde bulunur: “hilmi bir leşin kıyısında cam izi” Böylelikle insanı, eşyayı, kâinatı seyran görevine, bizzat kendi varlığını seyirle devam eder.
Şairlerin başat özelliklerinden birisi de yalnızlıkları olmalı. Dağlarca’nın lânet ve yalnızlık kavramlarını yan yana kullanması, Yavuz’un ise bu alıntıyı yapmasındaki etmen iki kavram arasındaki anlam ilgisi olsa gerek… Oysa yalnızlık çoğu kez ve lânet birçok zaman ne kadar da onurludur. Kitapta yalnızlık birçok yerde geçiyor, ortak noktaları ise kalpteki hoş fakat aynı zamanda kekremsi tat: “yalnızlıkla yalnız olmak istediniz / ve baktınız ki, – heyhat! / yalnızlık komada!”
Lânet Şiirlerinde felsefi derinlik, hikmetli söyleyişler var. Bu duruma şaşmamamız gerekir. Şöyle ki, hikmetli söz söylemek şiirimizde köklü bir gelenek, şairlerimiz en eski çağlardan beri düşünür olma görevini de üstlenirler. Buna Hilmi Yavuz’un İngiltere’de aldığı felsefe eğitimini, yaptığı sayısız sanatsal ve düşünsel okumaları, verdiği dersleri katacak olursak düşünsel yönü oldukça ağır basan, hikemi dizelerin ortaya çıkması doğaldır.
Şairin hikemi yanı ile ilgili olarak anne babasına dair söylediği şu sözlerin de altlarını çizmek gerekir: “Baba düzyazıdır; anne şiir! Evet, lirik! Onu kesinliyorum şimdi. Derûnî ve mistik olanı annemle yaşadım. Babam konuşarak, annem susarak dönüştürdüler tinimi…” Baba düzyazı, anne şiir; baba didaktik, anne lirik, aynı zamanda mistik ve deruni; baba söylüyor, anne susuyor… Demek ki şairin belleğinde düzyazı, söyleyen; şiir ise susan fakat işaret ve ima edendir. “Tinin dönüştürülmesi” insan ruhuna dair ne sağlam bir söyleyiş! Bizi kişisel tekâmülümüzden de haberdar ediyor.
İnanca dair tavrı ve duruşu Hilmi Yavuz’u Yahya Kemal Beyatlı’ya yaklaştırır. Her iki şair de dini meselelerde ideolojik tutumdan çok romantik ve içsel bir tavır takınırlar. Türk İslam kültürünün ruha sükûnet veren, aydınlık simasını ilk kez annelerinde tanımıştır her iki şair de… İki şairin ortak bir yönleri de Divan Edebiyatı’yla olan ilgileridir. Hilmi Yavuz bu edebiyata dil, üslup ve ruh olarak bağlı kalırken Yahya Kemal biçimsel olarak da divan şiiri geleneğine daha sıkı bağlıdır. İki okyanus derinliğindeki şairle ilgili karşılaştırma oldukça kapsamlı bir araştırmaya konu olacak ve birçok sonuç elde edilecektir kuşkusuz. Nitekim Hilmi Yavuz’un Lânet Şiirlerinde andığı isimlerden birisidir Yahya Kemal. Onun için şunları der: “her kış hüsn-i hatime’mdir mi dedim? / yazlar ezel’se, güzler ebedimdir benim / eski bir ihtimal dirilirken rahminde / her gün yeniden haşr oluyor cesedim…” Mevlâna, Rilke, Muhyi, Şeyh Galip de kitapta ismi geçen şairler…
Hilmi Yavuz Türk, Doğu ve Batı kültürlerinden haberdar olan, hatta bu kültürleri detaylı olarak etüt etmiş bir kalem. Uygarlık tarihi üzerine çokça düşünmesi onun dizelerini içerik olarak yüzeysellikten çok içsel olmaya yönlendirir. İslami duyarlılıkla yoğrulmuş, aynı zamanda Batılı düşünme sisteminden de nasibini almış bir şairle karşı karşıyayız Lânet Şiirlerinde. İslam kültüründen derinlik ve mistisizmi alan Hilmi Yavuz’un Batılı yanının sofistikeliğinin, irdeleyen hatta didik didik eden tavrının olduğunu söyleyebiliriz.
Şairin hüzünlü yanının Doğu düşünme ve hissetme sisteminden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte Doğu hüznünü Batılı bir kötümserlikle şu şekilde yoğuruyor: “sen hüzün kardeşim, moesta et errabunda / hem sefil, yol sefili. Biz les poetes maudit! / saymazsa n’ola ahbab bizi / olsun’ lânetliyiz, evet ne var ki bunda?”
Birileri şairlere “lânetli” diyorsa onlara verilebilecek en güzel cevap Hilmi Yavuz’unki olsa gerek: “lânetliyiz, evet, ne var ki bunda?”
Hilmi Yavuz ve şiiri hakkında bir şeyler yazmaya niyetlendiğinizde elimizde olmadan hüzne dair bir iki söz ederiz. Hüzün muhalif yanımızdır; elimizle, dilimizle karşı duramadığımızda kalbimizle karşı durmamızdır gidişata… “Hüzün ki en çok yakışandır bize / belki de en çok anladığımız,” der şair… Şairlere hakikaten hüzün yakışır. Hilmi Yavuz, “biz” derken şairleri kastediyor olabilir, özellikle Doğu’nun şairlerini… Onlar ki en çok hüznü anlar ve anlatırlar.
Öfke ve hüzün birbirine zıt duygular, öfkenin hayat bulduğu bir ruhta hüzün barınamaz. Güçlü bir olasılıkla, sakin aynı zamanda, şüpheci ve derin bir duruşu olan şairin hüznü halim selim karakterinden kaynaklanıyor olmalı. Üstelik kalbindeki yaban otlarından tertemiz acılarla ve bu acıların gölgesi olan yepyeni hüzünlerle kurtulmak da şairin içsel bir sağalma yolu ise: “yeni hüzünler bulmalıyım / yeni acılar, tertemiz; / olmuyor! kalbimi yaban otları / bürümüş, hiç bitmiyor, -bilseniz.”
Şair hüznü “asûde sabahların şafağında açan kızıl bir güle” benzetir. Ve bir çocuğun kalbini kendisine açmasını beklediğini söyler: “çocuğum şerh ediniz kalbinizi, / çılgın atlarıyla ruhunuzun; / âsûde sabahlarda, kızıl ve uzun / gidiniz, hüzün orda bekliyor sizi.”
Hilmi Yavuz, “Hüzün Şairi” olarak nitelense de, miskin ve korkak değil, cesur ve denemeci bir sanatçıdır. Kıyıda değil uzaklarda kulaç atar. Şiirde post modernlik risk almaktır. Hele ki gelenekle post modern olanı harmanlamışsanız: “yoksun sen ve sen, sen harç ve kireç / sanki bir duvarsın, lânetli bir duvar. / yalnızlık gibiydin, hiç’e benzedin, / hani gül, hani ferhâd, hani direnç?” Bu dizelerde de yalnızlık ve hiçliği sorgulayış var.
Hilmi Yavuz, post modernliğin yanı sıra sembolist ve neoklasiktir. Birçok edebi akımla tanışma ve onları irdeleme fırsatı bulan şair, özgün bir şiir anlayışının ürünlerini vermeyi başarmıştır. Tek yönlü beslenmek nasıl bedeni güçsüz kılarsa, düşünsel açıdan da dar bir çerçevede kalmak idraki sıskalaştırır. Bilgi, düşünce, his bakımından sağlam ve sağlıklı kaynaklardan beslenen sanatçılarda renklilik ve canlılık dikkat çeker; onların dizeleri her dem tazedir, yani klasikleşir. Elbette ki siyah beyaz zihinler ya da gri bakan gözler için “gökkuşağına benzeyen bir kalemi” algılamak da anlamlandırmak da güç değil imkânsız olacaktır. Lânet Şiirleri’nde sözcüklerden imgelere, cümlelerden duygu ve düşüncelere yönelen bir çok katmanlılık gözlemlenir. Bu eserin değerlendirilmesini yaparken somuttan soyuta, maddeden mânâya yolculuktan söz etmeliyiz…
Edebiyat -sadece müziğe eş- işitsel sanatlardandır. Şöyle ki edebiyat ve müzik insan ruhuna kulaklarımız aracılığıyla etki eder. Ve edebi türler içinde şiir, müziğe en yakın olandır. Bu nedenden ötürü şairlerin çağlar boyu uyak, redif, ölçü, aliterasyon ya da asonansla elde etmek istedikleri estetik unsur, müzikalite yani ahenk olmuştur. Lânet Şiirlerinde -tüm Hilmi Yavuz şiirlerinde olduğu gibi- sözün yanı sıra sese de önem verilmiş. Ses, ışık ve renkle birlikte reel dünyanın iç âlemlerimize en güzel hediyesidir.
“açtı! nasılsa gecemiz ağaçta dâr’a
çekildi birden, âh, morardı sahil;
ağır bir sancı gibi ve dura dura
kovandı, acıyı ballara dâhil
eyledi ve…
suda,
ansızın,
mor bir ismail”
Batıniliğin ve melâmiliğin simgesi ve ne yazık ki bağnaz duruştan ötürü birçok kez sonucu olan dâr’a yapılan telmih, “acının bal eylenmesi” motifi, kovanında çilesini dolduran arı, sahili kızıla değil de özellikle mora bulayan sancılı keder… oldukça derin çağrışımlar bırakıyor zihinlerimizde. Hilmi Yavuz, kafiyeden de sözden de vaz geçmeyen bir şair. Fakat her ikisini de modern bir yaklaşımla elde etmekte.
Kitabın kapağında “her şey akşam serinliği… bitiyor!” dizesi karşılıyor okuru. Kitabı eline alan birisi, onu sadece inceleyip rafa geri bıraksa bile, aklında bu dize kalacaktır kuşkusuz…
Vatanı olan Fransız şiirinde Baudelaire, Mallarme, Verlaine, Rimboud’dan; bizde ise bilinen ve sevilen adıyla “Akşam Şairi”, Ahmet Haşim’den miras bir kederdir günün sonunda solan gülün kederi: “siz bir akşamdınız, anımsayınız: / aslında ben sizi beklerken / akşam oldunuz, / burda!”
Akşam temasına şu örnekleri de verebiliriz:
“siz siz olun. akşama tahammül / kolay değildi, siz ölmeden önce.”
“akşamlar da geliyor, ah / kalbimizi biteviye üze üze; / ne kadar üzerse o kadar iyi! / ne güneşiz ne de ay’ız / hemişe halka rüsvayız.”
Şair “hemişe halka rüsvayız” diyerek Fuzuli’nin meşhur gazeline atıfta bulunuyor. Böylelikle ismi geçmese de “lânetli şairler” arasına Fuzuli’yi de dâhil ediyor.
Lânet Şiirleri’nde dine üst düzey bir yaklaşım sezilmekte. Din, yaratıcı ile yaratıcısını idrak etmeye yeterliği olan varlık arasında bir köprü, bir kapı görevini üstlendiğine göre, insan mensup olduğu dine bilinçli bir kafa yapısı ve arınmış bir kalple yönelmelidir gerçekte de… “bir melek asılı, ağaçta duruyor, / ipek kanatları tenhâ ve sessiz; / belli ki “t e r k” yazılmış kalbine, / belli ki sabır melâmetle kuruyor…” Şair biliyor ki gökyüzünden suskun yağan her kar tanesi bir meleğin yere inişini müjdeler. Melekler ki temiz olana meylederler…
Hilmi Yavuz, her meselede olduğu gibi inanç konusunda da cevaplardan çok sorularla açıklar aklından geçenleri: “bir şafağa koşan atlı, / bir geceden döndü yaya; / hangi yol Allah’a gider, / hangi yol masiva’ya?”
Varoluşsal kaygılar, varlık yokluk, insan olmanın hem tarifi zor hem vaz geçilmez ağırlığı ve benzeri temalar 20. yüzyıla damgasını vuran, yeni bin yıla katlanarak taşınan temalardır. Lânet Şiirlerinin de üzerine eğildiği bir mesele varoluş: “ve giydik ki, gülün dikişi sökük; /varoluşu Aşk’ın örsünde dövdük; / beklenen oldu… ne iyi! / bir anlam adına hor görüldük…” Bilmek, anlamak, fark etmek, ifade edebilmek gibi fiillerin ait olduğu bizler varlığa ve yokluk olasılığına şaşarak bakarız. Yaşadığımız şaşırma hâlinin tek merhemi aşktır. Yunus Emre’nin “kıymetli nesnedir” dediği aşkın örsünde tavını bulur, oldukça harlı olan varlık madeni.
Edebiyatımızda Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Asaf Halet Çelebi mistik bir varoluş düşüncesinden esinlenen isimlerdir. Varlık-yokluk zıtlığının sorgulanışına güzel bir örnek: “yüklüğe kondu yokluk: / ne fenâ! / kalbimle doluyum ben ben, / sen kendine âşinâ… zaman bir câm içinde / zaman harab bir bina; / Aşk’ın yoluyum ben / sen kendine âşinâ… dur! orası ev ednâ! / hayat kavseyn içinde / ben kendime bigâne, / sen kendine âşinâ…”
Hilmi Yavuz’un şiirlerinde imgeler oldukça yoğun görülür. Şiirimizde İkinci Yenilerle yaygınlık göstermeye başlayan imge kavramıyla şair lise yıllarından itibaren haşır neşir olmuştur. Ülkemizde özellikle İstanbul’da İkinci Yeni şairlerinin fırtına gibi estiği yıllarda lise öğrencisi olan Yavuz, aynı zamanda “Ev Şairi” Behçet Necatigil’in öğrencisi olma talihini de yaşamıştır. Çocukluğunda evlerinde seçkin bir edebiyat ortamının hüküm sürmesi, annesinin mistik ve deruni sessizliği, çocuk yaşlarda tanıştığı yalnızlık hissi, onun imgelerinin şekillenmesinde etken olmuştur. Zira imge en çok hayalden ibarettir: “bir tel örgüde yırtıldı gülüşlerimiz; / sözden başka şeylerle anlatıldı gül / düşlerimiz paramparça… ve her şey tuz buz!”
Anlaşılması emek isteyen, kapılarını ve pencerelerini öyle kolayca açmayan sayısız dize bulunuyor Lânet Şiirleri’nde. Hilmi Yavuz’un üslubundan söz ederken genel olarak kapalı, sırlarla örülü bir üslup diye sıfatlandırılması gerekir. Şair yazarken harcadığı çabayı okurundan da bekler doğal olarak: “her zaman eski zamandır, biliniz o kitap / hep orda anımsanmış dururken, açıp / yağmalamak ne demek? ama, ondan kalan bu! / ve ben, o lânetli kitaba son söz olarak…”
Lânetli Şiirlerde kırık mısraların hâkimiyeti söz konusu. Tevfik Fikret’le başlayan kırık mısra tekniği Hilmi Yavuz’un şiirlerinde post modern bir kimliğe bürünmüş durumda. Bu, İkinci Yenilerin şiirselliğini aşan bir tarzdır. Kapalı, zor anlaşılır dizeler aynı zamanda dikkatli okunmayı da gerektirir bu yüzden: “maruf kerhi, hacı bayram, yahya kemal. / üçü birden, keşke şimdi ve burda / olsaydılar; -ki bizler o zaman / hüznü helâl edilmişler olurduk…”
Anlaşılmadan okunamayacak dizeler bunlar!
Doğu mitleri, oryantalist kimliği ile dikkat çeken Hilmi Yavuz’un ilham kaynaklarından birisidir. Neredeyse bütün dünyanın kabul ettiği bir hakikat vardır: Işık Doğu’dan yükselir. İşte Lânet Şiirlerinde Feridüddin Attar’ın meşhur mesnevisi Mantıku’t Tayr’dan bir rüzgâr: “İşte simurg, hepimizden bir dize”
Kaf Dağı’nın ardına padişahları Simurg’u aramaya giden kuşlar zorlu bir yolculuktan sonra karşılarında bir ayna bulurlar ve anlarlar ki hakiki özgürlük, gerçek hazine yine bizdedir. Yavuz bu telmihle yazılan her dizenin şaire ayna olduğunu, dizeyi bulmanın Simurg’u bulmaya eş değer bir marifet olduğunu, şiire ihtiram gösterilmeden ulaşamayacağımızı anımsatıyor.
“bir çöldür o! ne vaha ne kum / ile yazılmış olmak; ve elbette kurak / bir mazi ile çorak bir şimdi – / de yaşıyor olmak yaprak yaprak.” Doğu topraklarına, Doğu’nun coğrafyasına ait unsurlar… Bu dizelerdeki keder, kurak bir maziden arta kalan çorak şimdiki zamanın içinde yaşanılmasından kaynaklanmaktadır. “melâmet sönmüştü şark’ta hani? / biz rindiz, sönmeyecek, bitirmeden melâli…” Şair, böylece kalplerdeki melâlin melâmete esin kaynağı olduğunu söyler.
Batı mitolojisinden bir telmih örneği: “âh, hayatın kendisini ifâde / edebilme iktidarı kalmadı… / dilsiz bir kuyuda, bir sağır midas / ve her şey alelâde!” Midas’ın kulaklarını görmek talihsizlik olarak değerlendirilebilse de bunu dile getirmek şairlerin asli görevlerindendir. Çoğu kez yalnızlığa neden olsa da: “bir mektup gibi yazdım kendimi / ve nedense hemen / yalnızlığa iade!”
“Şiir yazmayı hiçbir şeye değişmem. Güç yazarım, ama bir şiir bittikten sonra dünyaya bakışım değişir benim, kısa bir süre de olsa huysuzluğum, sinirim geçer; kendimi ödüllendiririm. Üstelik yaptığım işin iyi olduğunu bilirim,” diyen Hilmi Yavuz, şiire emek veren, az ve zor yazan bir şair özelliği göstermektedir. Zahmetli bir uğraşın sonunda ortaya çıkan iş iyi olacaktır elbette. Bu sözlerle kendi emeğinin hakkını da teslim eder.
Şiirin sancılı oluşum süreci dizelerine de yansıyor Hilmi Yavuz’un. Satır aralarında sözcüklerin tek tek doğum sancıları duyumsanıyor: “altın çayırlar okudunuz, beklediniz: / sen ve ben, siz ve siz, orada / ikiniz bir lânetten yapılmıştınız; / o camları elmas kokan odada.”
Lânet Şiirleri’ndeki dizeler, kullandığı anadilde yetkin, kelime hazinesi oldukça geniş bir şairin dizeleridir. İşittiği veya gördüğü sözcükleri atmayıp bellek havuzunda yerli yerine oturtan Hilmi Yavuz, yaşayan Türkçenin yanı sıra şiir geleneğimizin şekil almasında önemli izler bırakan Osmanlıcadan da sözcükler kullanır. Az bilinir ve hatta çoğunlukça bilinmeyen kelimeleri, Fransızca cümle ve tamlamaları kullanması şiir dilinin üst seviyeye yükselmesini sağlamıştır: “bir lânetle baş başa, biz les poetes maudits!” , “kalbimizi şerh ediyor maşukî…”
Lânet Şiirlerinde sufiliğin izlerini sürenlerin elleri boş kalmayacaktır… Dinin şer’i yönünden çok içsel -batınî- yönüne eğilimli olan Hilmi Yavuz; Muhyi, Şeyh Galip, Hacı Bayram Veli, Mevlana gibi isimleri bizzat anarken Hallacı Mansur, Nesimi gibi enelhak şairlerini de “enel hak şehitleri” olarak zikreder. Böylelikle okura hangi şairlerin izinde yürüdüğünü işaret etmiş olur.
Kitabın Melamet Şiirleri bölümünün hepsi, diğer şiirlerin de çoğu sufiyane şiirlerdir: “her köprü önümüzde bir sırat; / masivadan geçen yolları bırak! / bir çoban gibi herkesten uzak / şiirleri sana doğru güder kalbimiz” Peygamber mesleği olan çobanlığa atıfta bulunan şair, sahibi tarafından güdülen şiirlerin menzilini “sana doğru” olarak belirler. Bu belirleyiş yine sufi bir duruşu kanıtlar niteliktedir.
Binlerce yılın endişelerini sırtlayan bir şairin umutsuzluğundan kaynaklanan birçok karamsar sözcükle karşılaşma olasılığımızı unutmamalıyız bu “lânetli kitabı” okurken. Araf, Cehennem, teneşir, yaşayan ölüler, paramparça olmuş gül, veba, ölüm, cüzzam, morg, lağım, sara, leş, sefil, dışkıya dönen karanfil veya lâle, kaba günler, hantal geceler, yağmalar, kaçgunlar… Ve daha niceleri!
Hilmi Yavuz statik düşünmeyen bir akıl; yazar, akademisyen, gazeteci, düşünür, elbette ve hepsinden çok şair. Edebiyatın farklı alanlarında kalem oynatması şiiriyle arasındaki söyleşiyi de etkilemiş. Onun dizelerinde üslup durağan değil; kımıltılı, devingen ve yeniliğe açık. Düşünce işçiliğinin verdiği tatlı bir yorgunluğun izlerini sürebiliriz Lânet Şiirlerinde: “kalbinin mührünü fekk’et / ve bırak / açılsın açılmayan sende ne varsam… yağmalarla kaçgunlar arasında / geçen öyle bir ömür ki / gaip bir musiki değildi, sanırsam…”
Cumhuriyetin ilk yıllarından beri kültürel, sosyal ve siyasal hayatımıza tanıklık eden bir şairin, entelektüel duruşuyla dikkat çeken bir edebiyat çınarının çoğu dizesi umutsuzluk ilham ediyor bize… Ve ne hazindir ki büyük oranda haklı, bir dünyadan umudunu kesmişlik bu…