Mustafa Kutlu’nun ‘Uzun Hikâye’si
Hepimizin bir uzun hikâyesi vardır. Bazı benzerlikleri dışında her biri kendine özgüdür üstelik. Mustafa Kutlu birbirine tam olarak benzemez hikâyelerimizin sırlarla dolu dünyasına dalmış bir yazar. Modern bir anlayışla yazdığı klasik öyküleriyle edebiyatımızda hak ettiği bir yere sahiptir. Hem de çokça yıllardan beri. Uzun Hikâye adlı eseri onun önemli eserlerinden birisidir.
Dünya penceresinden bakıp geçiyoruz ya hani. Pek çoğumuz hiç bakmamışa dönüyoruz ya sonradan. Yazarlar ve şairler -elbette kalıcı işler başaran herkes- bu üzüntü verici sondan sıyrılabiliyorlar. Baktıkları yerden neler gördüklerini aktararak, onları daha kalıcı hale getirebiliyorlar. Aslında aktardıkları manzara dış dünyalarından çok kendi iç dünyalarını yansıtmaktadır. Bu anlamda yazarlar romanlarda veya öykülerde başkalarının hayatlarını anlatıyormuş izlenimi verseler de çoğu kez kendi hayatlarından yola çıkıyorlar. Mustafa Kutlu da Uzun Hikâye’de kendi uzun hikâyesini anlatmış bizlere. Yüz sayfayı aşkın bu eser, yazarın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına ışık tutan bir otobiyografik roman olmaya da adaydır.
Uzun Hikâye’de Bulgaristan muhaciri olan Ali’nin ve oğlunun öyküsü anlatılmaktadır. Eser 1. tekil şahıs ağzından kaleme alınmıştır. Küçük bir çocuğun gözünden bakıyor yazar olaylara, kişilere ve toplumsal her türlü duruma. Yazarın bu tercihinde çocukların gözlerinin, doğal olarak kalplerinin yetişkinlere oranla temizliği, katışıksızlığı etkili olmuştur, diyebiliriz. Olgunluk çağını yaşayan bir yazar için aktardığı olaylara çocuk gözüyle bakmak her ne kadar zor bir deneyim olsa da daha sağlıklı sonuçlara varılacaktır bu meşakkatli tercihin sonunda.
İnsan ruhunun derinliklerinde sayısız efsun saklıdır. Her eser bu derinliklere doğru bir yolculuk düzenlemez. Bazı yazarlar suyun yüzeyinde dolanırlarken bazı yazarlar diplere dalmayı göze alırlar. Uzun Hikâye’de Mustafa Kutlu, fotoğraflar ve anılar yardımıyla başkahramanın ruhsal derinliklerine iniyor. Yetişkin her bireyin olumlu ya da olumsuz özelliklerinin temelinde çocukluk yılları yatmaktadır. Korkularımız, çatışmalarımız, keşiflerimiz, zenginliklerimiz ve yoksunluklarımız o güzelim yıllarımızda oluşmuştur. Bedensel olarak büyümelerimiz sona erdiğinde karakterlerimiz de şekillenmiştir çoktan. Uzun Hikâye’de başkahraman bazen neşeyle bazen hüzünle izler çocukluk anılarını. Yaşadığı ve anımsadığı her anda kendini bulur, kendini tanır. Okur da onunla birliktedir. Bu buluşlar ve tanıyışlar esnasında.
Anadolu, bereketli toprakların, gönlü geniş insanların, türkülerin ve efsanelerin diyarı. Hangi yazar yüzünü ona dönse mutlaka birçok zenginlikle karşılaşacaktır. Günümüzde bir parça değişse bile -ki değişim onun da hakkı ve kaderidir- çoğu coğrafyaya oranla bakirdir. Bundan kırk, kırk beş yıl öncesini düşünün. O yıllara, o yılların Anadolu’suna dönmek mümkün müdür? Ne yazık ki, belki de iyi ki dönemeyiz. Mustafa Kutlu Uzun Hikâye’de bizleri o yıllara, o yılların Anadolu’suna doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Gördüklerimiz kimi zaman tebessüm etmemize, kimi zaman kederlenmemize yol açıyor. Annesini yitirmiş, kendisini babası olsa da yarım yamalak kalakalmış hisseden bir çocuğun gözüyle baktığımızdan olacak kederi ve neşeyi harmanlayabilmemiz. Çocukların dünyalarında neşe ve keder barışmıştır çoğu kez. Gözleri ıslak bir çocuğun, kalbi bir parça sahipsiz kalmış bir çocuğun gülebilmesindeki kerameti algılayabiliyoruz Uzun Hikâye’de.
Yoksulluk eskiden utanılacak bir hâl değildi. Yamalı giyinmekten, eski giysilerinden, fazlaca zengin olmayan sofralarından ötürü komşusundan utanma gereği hissetmezdi insanlar. Tüketim çılgınlığına kapıldığımızdan beri yoksulluktan utanır olduk. Uzun Hikâye yoksulluğun utanılmadığı, paylaşıldığı yılları anlatıyor. İnsanlar yoksuldu yoksul olmasına ya, yoksulların haklarını savunan sosyalizmden de öcüden korkar gibi korkuyorlardı. Üstelik nedenini ve nasılına dair kafa yormadan. Bulgaristan muhaciri Ali’nin adını Sosyalist Ali’ye çıkarmaları, bu anışı bir uzak durma nedeni olarak göstermeleri sosyalizme olan geleneksel tepkileriydi. Aykırı düşünceler, aslında bıktıkları bir özellikleri olan yoksulluğu hedef alsa ne fayda halk yoksulluğu ile barışıktı. Birine sosyalist demek onlara göre küfürden ağır bir söylemdi. Yazar bu zıtlığı üzerine basarak işler eserinde.
Horasan dervişlerinin, Anadolu erenlerinin genlerimize yansıyan hoşgörüsü Mustafa Kutlu’nun dünya görüşünü şekillendiren en önemli etkenlerden birisidir. Edebiyatımızda birçok yazar ve şair ideolojik dogmalardan kendisini soyutlayamazken, farklı düşünen kimselere tarafsız bir gözle bakamazken Mustafa Kutlu insanların dünya görüşlerine saygılı olmayı başarabilmiştir. Entelektüel bir kafa yapısına sahip olan her kalem sahibi gibi onun da bir dünya görüşü olacaktır kuşkusuz fakat bu dünya görüşüyle okuru boğmayacak kadar sanatkârane bir duruşa sahiptir. Uzun Hikâye’de duyumsanan dünya görüşünün ve düşünüş tarzının keskin olmayışı, can yakmak amacında olmayışındandır. Annesiz kalmış bir çocuğun duyarlılıklarla örülmüş dünyasında soluklanmak düşer payımıza bu yüzden. Sonluluğumuzu, zamanın keşmekeşi karşısındaki acizliğimizi anımsamamızdaki kazanımlarımız önemlidir bu eserde.
Uzun Hikâye’nin çatısı, ‘vagondan bir ev’in çatısıdır aynı zamanda. Mütevazı fakat kuşatmacı ve korumacı bir çatıdır bu. Karanlıktan, fırtınadan korkan küçük bir çocuk için sayısız anlam ifade eder.
Önünde oyunlar oynamak da cabasıdır bu zenginliğin. Yoksulluk ve yoksulluk acısı mı, çoğu kez düşleri olan bir çocuğun gönlüne giremez bile bunlar. Oyunlar, hayaller, sevinçler ve çocuksu hüzünler eserin zenginliğini oluşturur. Uzun Hikâye vagondan bir evin sakini olan yoksul bir çocuğun düş zenginliğini anlatması yönüyle zıtlıkların, aynı zamanda da şaşırtıcılıkların varlığını kanıtlar.
Eserde çocuk gözüyle bakışın sadeliği güçlü ise de iç içe girmiş ve derin bir yapı da söz konusu. Sırtını en eski Anadolu anlatı geleneğine yaslayan Mustafa Kutlu, birçok öyküyü bir arada vererek monotonluktan uzaklaşma becerisini sağlıyor. Eserde zaman kavramının masalsı bir tarzda tam olarak belirtilmemiş olması bu niteliği güçlendirmektedir.
Bununla birlikte televizyon ve buzdolabının yaygınlaşmadığı, insanların yazlık sinemalarda ve gezici lunaparklarda eğlenme olanağı buldukları yıllardaki kasaba yaşantısı ele alınıyor. Birçok kasabada yaşamak zorunda kalan baba ve oğul birçok öyküye de tanıklık ederler. İnatçı bulduğu oğluna “keşke annene benzeseydin,” diyen bir baba var Uzun Hikâye’de. Onun bu arzusunda yitirilmiş bir eşe duyulan özlem yatmaktadır. Zaaflarını belli etmekten hoşlanmayan baba; bir anı, bir emanet olarak görmektedir evladını. Bununla birlikte bir çocuğu tek başına yetiştirmekten duyulan endişe ve şaşkınlık duygusu onu çeşitli bunalımlara iter.
Tam da içinden geldiği gibi sevemediği, gereken eğitimi verememekten korktuğu oğlu onun için hem bir hazinedir hem de bütün gücünü sergileyebileceği, bazen de hayat karşısında rakipmiş duygusu uyandıran tarifi zor bir varlıktır. Sıcak davranmak ya da otoriter olmak arasında mekik dokuyan bir baba uzun yıllar sonra oğlu tarafından anlaşılabilecek mi acaba?
Münevver Hanım ve Ali Bey arasındaki aşk Uzun Hikâye’nin önemli temalarından birisi. Münevver’in ailesinin bu evliliğe karşı çıkmaları, bu karşı çıkışa rağmen gerçekleşen evlilik, ufak tefek problemlere inat devam eden sevgi, bu evlilikten doğan çocuğun duygusal gelişimini şekillendiren en önemli etken olacaktır. Çocuk annesinin cenazesinden döndüklerinde babasını ilk defa ağlarken görür. Ali Bey mızıka çalarken aynı zamanda ağlamaktadır. Yazar böylelikle müzik ve acıyı birleştirmiş olur.
Uzun Hikâye’de başkahraman, “nereliyim acaba? Bunu kendime de sorar, bir cevap bulamam,” der. Çeşitli zorunluluklardan ötürü o kasabadan bu kasabaya göç etmek zorunda kalan bir baba ve oğlun yaşadıkları; okurun duygu dünyasında da sonsuz bir yolculuk izlenimini canlandırır. Kuzey Yarımküre ile Güney Yarımküre arasında kalan, göçmen kuşların uğrak yeri olan bir coğrafyanın çocuklarıyız hepimiz. Mevsim dönüşlerinde sürü sürü üzerlerimizden uçup giden kırlangıçlar ve leylekler, halk şairlerinin ulaklık görevi yüklediği, zaman zaman da sevdiklerinin yerine betimledikleri turnalar… Bize göç duygusunu onlar mı aşıladılar acaba? “Geçti dost kervanı eyleme beni” derken maddi olmasa gerek şairin sözünü ettiği göç. Mustafa Kutlu’nun bir yazar olarak aklının sık sık göç kavramına takılması bizden bir durumdur. Hiçbir yere ait olamamak duygusu, konargöçer doğamız, yazarın çocukluk anıları Uzun Hikâye’nin kahramanlarına gidivereceklermiş, burada da kalmayacaklarmış duygusunu yaşatıyor.
Babalar ve oğulları arasındaki bağ, anneler ve oğulları arasındaki bağdan birçok özelliğiyle ayrılır. Oğulların annelerine duydukları sevgi “ana gibi yar olmaz” sözüyle dile getirilmiştir. Bu belirlemeyi annesindeki vefayı başkalarında bulamayan bir oğul mu yaptı, yoksa oğluna serzenişte bulunan bir ana mı? Bilinmez. Bilinen bir gerçek vardır ki oğullar annelerinden şefkat, özveri, sevecenlik ve düzgün ahlak umarlar. Anneler ise çoğu kez tahmin edilemeyecek kadar cömerttirler bu alışverişte. Uzun Hikâye’de erken yitirilen bir anne motifi var. Bu motif öykü kahramanını yaşıtlarından daha içli, daha kederli kılmıştır. Annenin sonsuzluğa göçü, onu seven babayı da etkiler. Birçok farklı olayla da perçinlenen hüzün eserin tümünü kapsar.
Edebiyat, insanı ve toplumu yansıtan en parıltılı aynalardan birisidir. Özellikle olaya dayalı metinleri okurken biz okurlar sadece bir olayın akıp gidişini izlemeyiz. Aynı zamanda bambaşka yerlerdeki, bambaşka zaman dilimlerindeki yaşantılara da tanıklık etmiş oluruz. Uzun Hikâye, yakın Türkiye tarihinin gündelik hayatına açılan bir kapı gibi gelecektir okuyuculara. Kasabaların dingin fakat sancılı zamanlarını, bir çocuk duyarlılığının, bir delikanlı uçarılığının penceresinden görmek ayrıcalığına kavuşabilmek olacaktır.