Yedinci Gün’e Uyanmak
“Uyur idik uyardılar, diriye saydılar bizi,” diyor Pir Sultan Abdal. Uyku ve uyanıklık, can sahibi her varlığın müthiş bir devri daimle yaşadığı iki hâl. Ya uyuyoruz şu sönen gölgelenen âlemde ya uyanığız. Hangi halde daha diriyiz, bilinmez.
İhsan Oktay Anar’ın ‘Yedinci Gün’ isimli eserinin zihnimde canlandırdığı ilk imge -aslında hakikate ‘uyanmak’ eylemimiz oldu. Bu çağrışımın içsel nedenini tam olarak tarif edebileceğimi de sanmıyorum. Eserin sonunda başkahraman; altıncı günün gecesi saatler, 12’yi vururken şöyle dedi: “Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.” Onun kitabının son cümlesi buydu. ‘Yedinci Gün’ böyle biterken bir yandan da ‘yedinci gün’ün sabahından haber veriyordu. O sabah, sağ olan her can uyanacaktı. Yorgun ya da dinlenmiş herkes, boş durmanın hazzına varacaktı. Okuduğunuz, bu yazının başlığı ile var olan ve var olmasa da kurgulanan iki kitap arasındaki bağlantı tamamlanmış olacaktı.
21. yüzyıl insanlık tarihinde daha sonraları nasıl anılacaktır? Bizler tam da içerisinde yaşadığımız için, özel ve genel dertlerimizle mücadele eden zihinlerimiz darmadağınık olduğu için; şahidi olduğumuz bu ‘tuhaflıklar çağı’nın tam bir izahını yapamıyoruz. Hakkımızda yazılacakların neler olduğuna dair söyleyebileceklerimiz birer tahminden ibaret. Üstelik bu yüzyıl tarihimizin sonu da olabilir, tarih yazacak nesillerimiz gelecek on yılların tozuna toprağına karışabilir. Elbette tüm bunlar da umutsuzluğa yatkın öngörüler olabilir. Eğer 22. yüzyıl gelecekse, o çağda insan soyu varlığını sürdüre/bile/cekse bizlerden bir parça daha fazla uyanık olacaklardır. Tıpkı bizlerin kendimizden öncekilere oranla çok daha fazla farkındalık sahibi olabildiğimiz gibi. Farkındalığımız kan ve gözyaşlarımızla kurulduğu içindir bütün hüznümüz.
‘Yedinci Gün’de yazar günümüzdeki baş döndürücü gelişmelerin başladığı 19. yüzyılı ve 19. yüzyıl İstanbul’unu konu ediniyor kendisine. Her ne kadar eserin sonlarında 1930’lu yıllardan kesitler varsa da, kitap okurun zaman algısını yerinden oynatarak sona erse de durum böyle. İhsan Sait, Abdülhamit iktidarının keşmekeşinde; jurnalcilerin, inkılapçıların, dinlilerin, dinsizlerin, hırlıların, hırsızların arasında, İstanbul’un arka sokaklarını ve en seçkin mekânlarını dolanıyor. Çağdaşlarının kafaları ne derece karışıksa onunki de o derece karışık. İnsanlık tarihi kadar eski olan iyinin ve kötünün mücadelesi var kalbinde. Bazen öyle şeyler yapıyor ki ‘aklı erenler’den diyorsunuz onun için. Fakat bazen o kadar dehşetli davranışlar sergiliyor ki en cani yanınız sırıtıyor yakışıklı çehresinin altından, korkuyorsunuz. Kendi içinizdeki ezeli düşmandan korkarcasına. Eserin okur açısından en faydalı yanı budur belki de. Durağan giden iç dengeleri sarsılarak uyandırılmak. Pir Sultan’ın da dediği gibi uyanık kalıp diriden sayılmak.
İman insan gönlünde nurlu bir hazine. Yaratıcıya, hesap gününe ve sonrasına, kaderin yazılmışlığına, yazılanın vakti geldikçe tecelli edişine, şimdilik soyut sandığımız meleklere, bizleri doğruya sevk etme vazifesini icra eden peygamberlere, yaratıcıdan gelen, vahi yoluyla somutlaşan kutsal kitaplara inanmakta ya da inanmamakta hürüz. Gönlümüzdeki hazineden ötürü zengin sayılabileceğimizi düşünen ve hissedenlerden biri olarak ‘Yedinci Gün’ü okurken aklımın inanmakla ilgili zirvelerinde gezindiğimi fark ettim. Hakikaten ‘iman aklın zaferi’ olmalı. İhsan Oktay Anar, felsefeci kimliği ile satır aralarında bunu vurguluyor izlenimsel bir eda ile.
‘Yedinci Gün’de kurgulanan kahramanların her biri, insanlığımızın farklı yüzlerini simgeliyor. Bazılarının gerçek üstü yanları var. Yazar bir masalcı üslubuyla anlatıyor kahramanların başından geçenleri. “İster inan, ister inanma,” diyor okura bazı bazı. Faizle, kara parayla geçimini sağlayan Culyano’nun Tepegöz’e dönüşüp mahallenin çocuklarını yemesi fazlaca şaşırtmıyor bizleri. Culyano’nun macerasını anlatılmaya başlamadan önce yaşadığı mahallenin çocukları zaten onun böylesi korkunç bir işi yaptığını iddia ediyorlardı. Doksanlık adamın kapısına değip kaçmak bile bu yüzden marifetti. Ya da İhsan Sait’le romanın sonunda bir hayalet olarak karşılaştığımızda, büyük ‘hava sefine’siyle çıktığı, geleceğe gerçekleştirilen ölümcül yolculuktan döner gibi karşılıyoruz onu. Havanın yüksek tabakalarında donduktan sonra bir daha inmeseydi yeryüzüne üzülecektik. Yeryüzüne dönmeseydi sevdiği kadının onu tanıyacağı bıçak izi yüzünde hiçbir zaman oluşmayacaktı. Zira tıraş olurken hep mi hep dikkatliydi.
Bütün Hak dinlerde ortak bir kabul vardır. O da yaratıcının kâinatı altı günde oluşturup yedinci günde dinlenmesidir. Buradaki ‘gün’ kavramı elbette ki bizlerin kullandığımız yirmi dört saatten oluşan, gece ve gündüz ayırımına dayalı gün değildir. Bizim algıladığımız zaman kavramı ile kâinatın özünü oluşturan zaman kavramı arasında benzerlikler varsa da aynılık söz konusu olamaz. Allah, kâinatın yaratılışını tamamlanıp bitirildiği o anlayış gücümüzün sınırlarını zorlayan yedinci güne göndermede bulunarak bizleri de dinlenmeye davet etmiştir. Adı geçen yedinci gün Yahudilerce cumartesi, Hırıstiyanlarca pazar, Müslümanlarca cuma günü olarak kabul edilir. Yorulmak ve dinlenmek İhsan Oktay Anar tarafından önemle vurgulanmaktadır ki; yorulmak da dinlenmek de bize dairdir. Aramızda, “dünya sürgünümde ben hiç yorulmadım,” diyen yoktur herhalde. Ve çoğumuz sonsuzda dinlenmek arzusundayız.
Kitabı anneannesine ithaf eden yazar hayal gücünü ve kurgulama yeteneğini büyük oranda anneannesinin çocukken anlattığı masallara borçlu olmalı. Çocukluğumuz derin birer dehliz, aklımız erdikçe bizi besleyecek güzellikler ve ne hazindir ki bazen bütün iç gücümüzü elimizden alacak kötü anılar orada gizli. Akyazmalı ninelerimiz, köstekli saatleriyle dedelerimiz bizlere çizdikleri, dosdoğru bildikleri yolu işaret ederler zaman zaman. Ağaçlar da kökleriyle vardırlar ya.
“Minel aşk” demiş atalarımız “aşktan sonra neler gelir başa” demek istemişler. İhsan Sait’in başına gelen iyi kötü her şey âşık olmasıyla başlar. İhsan Sait’i eserin sonunda Ali İhsan’a tekamül eyleyen de aşkın ta kendisidir. Günümüzde yaşanan ‘sanal aşklar’a atıfta mı bulunmak istedi acaba İhsan Oktay Anar. Romanın başkahramanı sadece birkaç mektup alıyor prensesinden ve bir tanecik fotoğrafına bakıp âşık oluyor ona. Prensesin güzelliği miydi İhsan Sait’in başını döndüren yoksa yazdığı hoş aşk itirafı mı? Fotoğrafta görülen güzel kadın kucağında kendisi kadar güzel bir kedi ile poz vermişti objektife. Kedisever olmak bana kalırsa da oldukça nezih bir tercihtir. Kedilere dair sayfalarca yazı yazmasa da yazar, okurun gözleri önünde kediden yana bir iltifatı sergiliyor.
Zaman sonsuz ve muazzam bir akış. İnsan soyu bu akışı anlama ve yorumlama çabasında. Zamanı çeşitli dilimlere bölme eğilimiz hep bu yüzden olsa gerek. Birçoğumuz mevsimlerin geçişlerine, gün dönümlerine, gece ve gündüzün devriyesine akıl yorarız. Güzel günlerin bir kuş gibi kanat vurmasından, kötü günlerin kurulmamış saat gibi yavaşça geçmesinden mustarip olan da biziz. “Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi,” diyen Yunus’un, ömrü bir göz açıp kapama mühletine benzetmesi, rüzgâr tabiatlı zamanın geçiciliğine vurguda bulunur. Zaman kendi masalını uydurup bizleri bu masala inandırmış gibidir. ‘Yedinci Gün’de ‘Yedi Uyurlar’a telmihte bulunan yazar, onlar birkaç saatlik bir zaman dilimini yaşarlarken İhsan Sait’e yaşadığı zamana dönüp hatasını telafi etme şansını tanır. İhsan Sait döndüğünde yüzünde arınmışlığını simgeleyen bir yara izi vardır. Her ne kadar bu sürede neler yaptığı biz okurlara âyan olmasa da akıllarımızda ayrı mekânlarda, ayrı insanlarca yaşanan zaman dilimlerinin denksizliğine dair düşünceler oluşur. Yedi Uyurlar’ın yüzyıllarca süren uykusundan ilhamla.
Dağlar sustukları için ufalanıyor olmalılar ve bizler susmadığımız için ayaktayız belki de. Bilirsiniz varlık ve yokluk bilincini, yaşamak ve ölmek sancısını Allah dağlara veriyordu da dağlar ufalanıyordu bu ağır yük karşısında. İnsanlar ise bir parça arsız çıkıyorlardı, bir parça güçlü, dağların taşıyamadığı yükü sırtlanıyorlardı umarsızca. Susmadığımız için, birbirimize aktardığımız için bu en eski sırrı; ağladıktan hemen sonra gülebilme melekesine sahibiz. ‘Yedinci Gün’ insanın varlık bilmecesi karşısındaki paylaşım arzusunu anımsatıyor. Düğün ve cenaze arasındaki hızlı geçişlerimiz kadar zıtlık ve uyum dolu bir anımsatma bu.
Yedinci Gün’le ilgili üzerinde durulması gereken en önemli özelliklerden birisi de dili ve üslubudur kuşkusuz. Yazar 19. yüzyıl İstanbul’unu resmederken dönemin diline yakın bir dil kullanmış. Kullandığı dilde Osmanlıca sözcükler hâkim. Dönemin İstanbul’unda moda olan kelimeler, halk arasındaki meşhur deyimler, argo söyleyişler; okurdaki döneme gidebilme yeterliliğini sağlamış. Yazarın zengin kelime dağarcığı ve bu dağarcığı kullanabilme kabiliyeti övgüye değer bir özellik arz ediyor. Biz okurlar bu türden kullanımlarla git gide daralmakta olan sözcük hazinemizi genişletebilir, böylelikle hayallerimizi de renklileştirebiliriz, kim bilir?
‘İnsanı kamil’ kimdir? Hali tavrı nicedir? Bizler her birimiz ‘insanı kamil’ olmaya adayken neden birilerinin gölgelerinde kalıp cılızlaşırız? Olgun insanlara hürmetin belli bir derecesi makbulken aşırısı ne kadar tehlikelidir? Türünden sorular geliyor ister istemez akıllarımıza ‘Yedinci Gün’ü okurken. Kendini insanlaşma ya da insan kalabilme yolunda bir yerlere ulaştırabilmişlere gıpta etmekte fayda varsa da aşırıya varırsa yaptıklarımız hem kendimizi hem karşımızdakini aşağıların aşağısına indirmiş olabiliriz. Zavallı İdris Âmil’in başına gelenlere bakınız.
Rüyalar gerçek olsun isteriz bazen. Bazen bir kâbusun ecel terleriyle nemlendirir başlarımız yastıklarımızı. Uyanır melul oluruz bazen, bazen de düş ile gerçeğin arasındaki farka şükrederiz. Yaşadıklarımızı, yaşamadıklarımızı, hayal ettiklerimizi, düşlerimizdeki gördüklerimizi, kurguladıklarımızı, anımsayabildiklerimizi, anımsayamadıklarımızı bir araya getirip ortaya döktüğümüzde garip bir hâl alır iç dünyalarımız. Gerçek hangisi, gerçek dışı hangisi şaşırıp kalırız. Yine de gerçek olduğu iddia edilen maddi âlemde normal normal yaşamayı kâr biliriz çoğu kez. ‘Yedinci Gün’, normali, sıradışını, gerçeği, gerçek üstünü, yaşanabilir olanı, inanılmaz olanı yan yana sunarak bizlerin düşünme sınırlarımızı genişletiyor. Yazılan her eser keşke böylece yorsa bizi. Sonra da ‘yedinci gün’e uyandığımızda hoş bir rehavetle dinlenebilsek.