ADI GİTMEK OLSUN – 1
Cansaran Kızıltaş
ADI GİTMEK OLSUN
Numaralı gözlüklerini çıkardı, yıllardır taşımaktan burnunun üzerinde bıraktığı iz onun yüzünün kolay kolay kaybolmayan bir parçası gibiydi. Yeni gözlüklerini taktı. Şimdi her şey olduğundan daha farklı gözüküyordu. Eskinin uzaklığı, yeninin şimdiliği, bu değişiklik, her şeydeki canlılık onu ürküttü. Işığın gücü geçmişteki her şeyi uzaklaştırıp siliyor, onu bulunduğu anın ötesine geleceğe taşıyordu. Demek ki “ışık” gelecekti, o zaman “görmek ve bakmak nasıl bir şeydi?”
Sıradan bir gün… Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor.
İyice ıslanmıştı, şemsiye de artık bir işe yaramıyordu. Yağmur suları küçük bir dere gibi yaşama isteğiyle şırıl şırıl insanın kulağına kristalleşmiş sesler işittiriyordu. Çarpan kristaller birbirine değen köşelerinden ucu sivriltilmiş cam kırıkları gibi incecik parçalara bölünüp mazgallara akıyordu. Oradan da yeraltı damarlarına karışıyordu. Böyle yağmurlu zamanlarda şehirlerin nabızları her gün her saniye kimsenin pek umurunda olmadığı yollardan, önce toprağa sonra da suya ulaşıyordu. Yolun sonunda yeraltı suları Boğaz’a kavuşuyor, tarihi binanın denize sınır olan kıyısında çamura bulanarak denize uzanıyordu. Koyu renkli kullanılmış solgun bir sofra bezi gibi katlana katlana denizin yüzüne çıkıp, bir görünüp bir kayboluyordu.
Eski bina bakımlı, pembeye dönük yüzüyle iki katlı yayvan bir okul yapısıydı. Pencere kenarlarının beyaza boyalı görüntüsü yaz ikindilerinin ışıltısını büsbütün camlardan bölerek odalara yayıyor, şimdi ışığını kaybetmiş yağmuru kokusuyla pencere köşelerinin sıvası dökülmüş çatlaklarından içeriye sızdırıyordu. Yapı tanınmış bir iş adamı tarafından restore edilmişti. Bütün hayırsever iş adamları gibi bakım ve onarımını yüklenen kişinin soyadını taşıyordu. Bu ad okul binasının ön ana giriş kapısının üst alınlığında iri iri harflerle özel bir aile arması gibi duruyordu. Yağmurun sele dönüşen çabaları ara ara yer değiştiren duyguları anımsatıyordu. Sular yer altına ulaşsa da bulunduğu yer ne olursa tekrar görünür olma isteği canlı kalıyordu.
Gittikçe kaybolmaya yüz tutmuş, toprağın kokusunu yeşilin huzur veren dingin rengini daha iyi hissedebiliyordu. Yağmur düşünceleri zihnini alt üst ediyor, iflah olmaz duyguların yoksunluğuna götürüyordu. Yürüdüğü toprak ile asfalt arasında sıkışmış kalmış; yerdeki o ilk yaşam döngüsü aşınıp yerini yolunmuş, birkaç tutam sararmış ota bırakmıştı. Ayağı seyrelmiş, yaşama umudunu bir dahaki bahara saklamış ot parçalarının arasında kalan süngerimsi yumuşaklıktaki toprağı duyumsuyordu. Biraz ileride asfalt yol başlıyordu. Kalın kadife siyah mantosundan damlalar kumaşın üzerindeki desenlere tutunarak desenlerin tırnaklarına sıkıca işleye işleye aşağıya doğru gücünü kaybederek süzülüyordu. Her şeyin değiştiği koca koca binaların şehre tepeden baktığı kimsenin kimseden haberdar olmadığı bir dünya. Bunca şey arasında şehrin sesi, yağmurun iniltisinde kayboluyordu.
Kaybedilenlerin ve hayatın şiir olduğu aklına düştü. Ama çoğumuzun farkına varamadan başımızın üzerinden geçip giden bir şiir… Belleği uzaklarda yine gökyüzünün yağmuru o büsbütün kokusuyla gri mavilikleri insanın üstüne sağmaya hazırlandığı bir zamanın içindeydi. Sırf şiir olsun diye bir yağmur ikindisinde yürüdüğü vakitleri anımsadı.
İçe dönük, suskun yağmur ikindisi ona geçmişi, sade zamanları düşündürüyordu. Yağmurla birlikte dizlere kadar uzanan koyu kahverengi çapraz bağlı at binicilerinin giydiği çizmelere benzer çizmeleri hatırlatıyordu… Bu çizmeler ona on yedi yaşın içinden geçerken bir atın yelesine tutunup alabildiğince koşmayı, ovaları, tırmanılan dağları canlandırdı gözlerinde. Böyle bir çizmesi olmasını çok istediğini de. O zamana değin kimseden ödünç olarak bir iğne bile almadığını da… Hiç isteme âdeti olmadığı halde arkadaşı bu arzusunu hissetmiş olmalıydı ki istemeden ona çok beğendiği çizmeleri ödünç olarak vermişti… Sonra da aynı çizmelerden almak için biriktirdiği parayla çarşı pazar dolaşmış aynısından bulamamıştı.
Çizmelerin onu etkileyen güzelliği, giyildiğinde çapraz bağlı olduğundan on sekizinci yüzyıl romantizmini çağrıştıran görüntüsüydü. Üzerine giydiği dik, hakim yakalı, yandan kruvaze düğmeli deve tüyü rengi, beli kuşaklı mantosu ve siyah kürklü bir kalpağı vardı. Bu kıyafetlerin kendisine çok yakıştığını biliyordu. O haliyle eski zamanların kitap sayfalarından çıkmış gibiydi. Bütün bunlar bir kalpak, çapraz bağlı kalın topuklu uzun bir çift çizmeydi.
Çok soğuk kışların yaşandığı, ancak romanlardan okuyup hayal ettiği Çarlık Rusya’sı zamanlarından kalma kar büyülü sahnelerdi. Giderek uzaklaşan, sessiz kapanık, anlık bir görüntüydü sadece. Hayatı şiirinden yaşadığı on yedili yaşın içinde gerçeğin hüznünden kaçmak istediği kendi kendine, kendi olduğu zamanlar.
Lise edebiyat defteri sayfalarının arasına “İnsan olmayı yalnızca kendin için iste, başkaları istediği için isteme!” sözlerini iliştirmişti. Galiba lise ikinci sınıftaydı bu sözcükler sayfalara döküldüğü zaman. Gençlik yılları, ilk öğrenmeler, arayışlar. Bir beyaz zambağın keskin kokusuna iliştirdiği kıyıdan ilk ayrılış ve ilk hüzün. Yeşil koyu renkli dikenli yaban tüylü yaprakların aralıklarına “sanki” koyarak mutluluk biriktirdiği; yol boylarında bir başına çiçeğinin pembemsi mor rengine karışarak umutla, biraz olsun yürümeye çalıştığı zamanlar.
Farkına varmak nasıl bir şeydi? Farkına varırken bakmayı ve görmeyi istemişti.
Görmek ve bakmak için sessizlik ve yalnızlık biriktirmeye ihtiyacı vardı. Sessizliği yaşamına katmaya çalıştığı yerler, en çok da mavinin kıyılarında alabildiğince yayılan gökyüzüydü. Zaten kendi içinde olasıya yalnızdı.
Deniz dalgalarla çalkalandığı vakitler bütün mavilerin sonsuz bir çizgide birleşme isteği baskın çıkıyordu. Sonrasında, durgunluğunu yitirmiş deniz yakarışlara karşılık bulamadığında mızıkçılık eden bir çocuğa benziyordu. Bütün bunlardan yorulan denizin donuk mavilerini yağmurlu, insanın içini üşüten hüzünlü durgunluğunu seyre dalıyordu. O zaman suskun düşüncelerin derinliği kıyıya taşınıyor, yine de umutların daha bir yorucu koyuluğuna gidiyordu.
Bu derinlik bazen yokluğu hatırlatıyordu. Böyle zamanlar içinin koridorlarından çıkamıyordu. Bazı düşünceler soğuk, rengi olmayan saydam anlamsızdı. Düşünceleri ve elleri üşümeye başladığında vazgeçiyordu o zaman denizde olmaktan. Kıyıda oturup maviyi bütünüyle seyretmek ve her şeyi denize bırakmak hele hava da baharsa ve de yaz ise iyi geliyordu ona. Bu yeniden “olmak” gibi bir şeydi. Ve böyle her seferinde yeniden olmaklar biriktiriyordu.
Yeniden oluşlar belki hep ayağa kalkıp yürüdüğünü görerek güçlü olmanın direnciydi.
Derinlikten yorulan deniz, gökyüzünün bulanık saatlerinde büsbütün umutsuzluk gibi görünüyordu. O dakikalarda gökyüzü topladığı bulutların ağırlığını denize bırakmak istiyordu. Bu, karşılıklı mavilerin savaşı tıpkı sakin ama içinin dehlizlerinde biriktirdiği kelimelerle denize karışmak istediği zamanlarda olduğu gibiydi. Deniz ani bir direnişle köpük köpük yağmurla bütünleşiyor, sonra bütün sıkıntıları sırasıyla paylaşıp didişip boşaltan gök ve deniz sükûnete eriyordu. Artık didişmek bitmiş, yer gök hepsi mavi olmuştu. O sakin sığınaklar çocukluğun istiridye kabukları topladığı zamanlarında kaldı. Herkesin içinde bir gökyüzü ve bir deniz var önce biriktiren, sonra yakaran, daha sonra da savaşan. Ve her şey herkes varmak istediği mavi bir yolculuktaydı. Hepimiz yürümesi gereken bir yoldaydık. Ama herkes kendi adımlarıyla kendi mavisiyle.
Yürüyordu şimdi, yağmurdan sonraki denizin sessizliğini derinliklerinde duyarak. Çok şey biriktirmişti, çok şey denize bırakmıştı. Belki bir gün dünyanın uzak el değmemiş kıyısında güçsüz kırılgan bir yürüyüşle.
Hiç yaşayamayacakları için yine uzak çok uzakta. Ortaçağ’ın karanlık ulaşılmaz kederli dağlara oyulmuş bir manastırındaydı. Beklemeye alınmış kadim bir hikâyenin dibinde tortulaşmış duygulardı bütün bunlar. Belki bu uzun yorucu kayalara örümcek ağı gibi ilmek atılmış duygulardan kurtulabilirdi. Her şey çok zor olsa da sakladığı rüyalar hiç açılmamış kapılar ardında bekliyor olabilirdi. O halde vazgeçmemeliydi. Deniz ona mavi kanatlarını da verebilirdi. Yaşamın getirdiklerinin unutuşun gölgesinde kalacağını biliyordu. Geriye dönmek varlığı devam ettirme çabasıydı. Belki de bunun için hatırlıyordu unutuşları. Unutmak ve kaçmak istiyordu bazen. Bu kaçışa sığdırılan anılar zaman ne kadar geçerse geçsin yine de başkaldırıyor, varlığını hissettiriyordu.
Unutmak; üzeri örtülmüş, kar altında uyuyan kar kelebekleri gibiydi. Vakti geldiğinde can bulmayı bekliyordu. Zihnimizin kar kelebekleri uyusa da biz yürümeye devam ediyoruz. Çünkü yol yürümekle var olandı. Bu yürüyüşler belleğimizi zorluyordu belki.
Ama yine de varlık canlılıkla ilintili olduğuna göre kaldığın yerden yürümek gerekliydi. Çünkü unutuşlar suskunlaşıp derinleşiyor, kaybolmuyor, yok olmuyordu. Sadece bir zamanda bekletiliyordu. “Derinlik” duygusu öyle yoğun hissediliyordu ki bazen kızgın öğle vakitlerinin ikindi durgunluğundaki yalnızlığın kederleri sarıyordu içini. Ve bir türlü kurtulamıyordu bu duygudan. Keder duygusu sessizliğin içinde olanca ağırlığıyla çöküyordu yüreğine. Yüreği bu duyguyla daha da ağırlaşıyor. Suskunluğun duvarına yaslandığında yaz ikindileri durağanlığını daha bir derinden hissediyordu. Cam kırıkları gibi canı acıyor gölgeler güneşe yenik düşüyordu. Güneşin varlığı yeryüzünü yakıp kavuruyordu. Güneşin kavurucu etkisi ruhunu sarıyor, ruhu bu defa yalnızlıkta eriyordu.
Hiçlik! Güneşi aşan duvara yansıyan yokluktu. Aslında her şey birbiriyle var olma isteğiydi. Sıcak yaz güneşinin öğleden kurtulup ikindiye vardığı anlarda düşüncenin bir yaprağı bile kıpırdamıyordu. Sessizlik duyuluyordu sadece. Suskunluk içten içe kendini bulunduğu yerde bulmakta zorlandığı kayboluşun boşluğuna teslim olduğu zamanlardı. İşte böylesi zamanlarda öğle vakitleri boşluk duygusu daha çok keskinleşiyordu. Güneş büsbütün yalınlığıyla içindekileri kum tutsaklığına dönüştürüyordu. Uzaklık başını alıp gidiyor, onu da ardından çağırıyordu. Uzaklıklar bir duvarın dibindeki yalınlıkların yalın ayak giden gölgesi gibiydi. Bu gölgeler bazen de ağırca gökyüzüne doğru yükseliyordu. Tıpkı avuçlarında tutamadığı renklerin boşlukları. Böyle zamanlarda ne vakittir istediği gitmelerin duraklarında beklemek için yola çıkmak gerektiğini düşünüyor, gitmeye karar veriyordu. Evet, yolculuklarına “gitmek” istiyordu! Ve sonunda “kentine varmak” istiyordu.
Zamanın dışına çıkmayı ne kadar istese de bir türlü gidemediğini görüyordu. Bu direniş aslında bulunduğu yerden duvarların dışına çıkma isteğiydi. “Gidememe” yılgınlığı bazen çok baskın gelip vazgeçirmeye çalışsa da içinde; tıpkı mavilerin isyanı gibi “gitme” duygusuna yine de kendini bırakmak istiyordu.
Aslında insan hep bir şeyleri tamamlıyor ve içindekileri harcıyordu. Bunu fark etmeden yapıyordu. Tıpkı bir karıncanın ya da bir arının yolculuğu gibi. Kendini hayatın yorgun yamaçlarında olmayan günlerde hissediyordu. Bir savaşçıydı. Her şey hızla akıp gidiyor, deli dolu bir suyun her şeyi sürüklediğini düşünüyordu. Bu sürüklenişe çok derin bir sorumluluk duygusuyla bağlanmış olduğunu biliyordu. Bütün bunlar çocukluğun artık geride kalan “yurdundandı.” Duygu yükleri, kendince edindiği ödevler başkalarının yaşadığı hayattan bile kendini sorumlu tutmayı öğretmişti. Öyle ki bu duygu bütün zamanları aşıyor bir ağaç kökü gibi şimdiyi sarıyordu. Evet! Sarmaşıklar da çeşit çeşitti. Ruhumuzu saran kökler ve bir rahim gibi hep her mevsim yeniden veren bir yediveren gibi daha da çok sarıyordu. Köklerle sımsıkı bağlıyordu. Hep aynı yerde verme duygusu besliyordu yaprakları. Maviliklere koşmak istediğinde bağlı olduğu köklerden kurtulmak istiyordu. Ama galiba bunu bir türlü beceremiyordu. En zor olanı ise hem maviliklere koşmayı istemek hem de kök salmaktı. İnsan maviliklere uçmak isterken nasıl bir taraftan da kök salabilir ki? Yürümek isterken nasıl olduğu yerde durabilir ki? Galiba insanı yıpratan da maviyle toprak arasında kalmaktı.
Her gün akşam olduğunda solmaya meyilli kahverengi yaprakların gözlerine bal rengi koyu bir yorgunluk bırakan kadının hayatın telaşı içinde yüklendiği ağırlıklara takılıyordu gözleri.
Duyguları biten günün içinde varlık sebebi olan hayatının mayasına katıp yaşamına biçim veren nasırlı suyla yumuşamış güçlü elleri derin bir hüzün veriyordu ona. Bu eller hayatı yüreğinden yakıyordu. İşte bunun için “eller” yüzünden anı dolusu sayfalar biriktirdiğini biliyordu. Yaşamın içinden geçen yolları her adımladığında bir gün bu yolları tamamladığında, “her şey annem için diye” kendine söz veriyor. Evet, sadece “annem” için… Yoksa bu yazının başlığı “annem için” mi olmalıydı? Kim bilir belki de.
Yüreğine derin bir iz bırakan “kök” tüm yaşamı boyunca hiç peşinden ayrılmıyordu. Günün birinde onu takip eden yolculukların yüreğinde kanatan izler bırakması varlığını tüketiyordu. Bunun kendini yok sayma nedeni olduğunun farkına varıyordu.
Hayatın getirdiği yorgunluk ne yaparsa yapsın onun değildi. Artık bu yorgunluğu alıp ona sarılmak, kendi yalnızlığında kalmak istiyordu. Ama bunu da başaramıyordu. Yorgunluklarını bile yaşayamamaktan yorgundu. İşte bunun için “gitmek” istiyordu. Neden her şeyi bırakıp gitmek istiyoruz? Birçoğumuz gitmek isteriz aslında.
Bizim zannettiğimiz şeylerin bizim olmadığını yaşamın, eğreti yakamıza takılmış bir tutku, bir bağışlanmışlık olduğunu öğreniyorduk zamanla. “Zan”ın ise sadece bir sanma olduğunu bilmek gerçeğini de. Bu “sanma” ile “zannetme” arasındaki bağ olduğunu da. Her şey sadece geçip gidendi.
Bütün bunları düşünürken bakışlarını kaldırdığı yerde karşı duvara yansıyan geçip gitmeye niyetli koyu sarışın ikindi gölgesinin kararsızlığını gördü. “Gitmek” zaten ta başından beri yazgımız… Kaderimizin bu dünyaya gelirken beraberinde getirdiğimiz zorunluluğumuz. İşte her gün karşı duvarda eğleşen ikindi güneşi. Gözleri menevişli akça pakça ihtiyarın söylediği sözler geliyor aklına. “Şimdi senin ibadetlerin güneş gibi parıldar. Oysa bizim için öyle mi? Bizim ibadetlerimiz de tıpkı şu ikindi güneşine benzer.” Bu küçük çocuğa artık kendisinin de bir ikindi güneşi olduğunu. Yolculuğunun gücünü parlaklığını yitirmiş her doğan günün bir sonbahar olduğunu söylemeye çalışıyordu. Gözleri menevişli yaşlı adam için güneş; doğduğu büyüdüğü toprakların uzak dağların ardına ulaşmaya çalışan başka bir yerlerde yeniden doğacak olan güneşti.
Yaşamak onu istediğimiz gibi harcayabilmek insanın “gitme”si sonunda “kentine varmasıyla” ilgiliydi. Hayat, başından çizgilerini çiziyordu. Kimileri için bu bir adanmışlıktı.
Adanmış hayatları bir damladan ummana dönüştürebilmek bizim kendimize yüklediğimiz değerde, biçtiğimiz elbisedeydi.
Zamanla elbiselerimiz yaşadıklarımıza dar gelebiliyordu. İşte, günün birinde yaşam karşısında değer verdiği her şey mükemmeliyetçilik duygusunun onu çok yorduğunun nefes almasını bile zorlaştırdığının farkına varıyordu. Oysa hayat sanıldığı gibi hiç de mükemmel değildi.
Bilmeden oyunlarla yaşadığı gitmeleri artık daha iyi çözümlüyordu. Demek nedensiz de olsa gitmek istiyorduk bazen. Çocukluk ve oynadığımız oyunlar aslında bizim nedenimiz ve bizi hayata yürümeye götüren şeylerdi.
İlk “gitme.”
Herkesin bir evi var. Herkesin dünyada kalacağı bir ev. Kardeşleriyle evde yalnız kaldıklarında oynadıkları oyunlar hep gitmek üzerine kuruluydu. Bu gitmeler niçin, bunu anlamış değildi. Sıkıldığı zaman evin içinde sanki başka bir oyun yokmuş gibi hemen gitmeye koyuluyordu. Hayat “oyun” içinde öğrenilen bir “Gitme” ydi.
Ne güzel, keşke şimdi gitmeler öyle kolay olabilse! Yüzüne kehribar rengi gözlerindeki yorgunluğun izleri değmiş annesiyle her gün uzak mesafedeki okuluna giderkenki alışkanlıktan olsa gerek, hep gitmek istiyordu. Okul tatillerinde evde sandalyeleri arka arkaya dizip durakta araba beklerdi. El sallayıp arabayı durdurup, sonra da arka koltuğa geçerdi! Bir de elinde çanta olurdu bej rengi, yumuşak bir deriden zincirli sapı olan, çok hoşuna giden bir çanta. İçinde bu yolculuğa hazırlanmış, çoğunluğu beyaz olan para yerine biriktirdiği düğmeler bir de.
Biriktirmeyi öğreniyordu. Bir vakit bozarmış yalnız bir ardıç ağacının yanında yöresinde gördüğü “madımaklar” için inatçı bir istek gösterdiğini hatırlıyordu. O çok küçücük, daha yeni yürümeyi çabuklaştırdığı adımlarına beceriklilik katıyordu. Güneş entarisinin gök renkli çiçeklerine solgun bir iz bırakıyordu. Toplayıp eteğine biriktirdiği bilmediği yeni gördüğü koyu minik yeşil yapraklı madımakları evin avlusuna eteğinden döküyor. Daha o zamandan “toplamayı ve biriktirmeyi” öğreniyor. İnsan ilk öğrenmelerle hayatı boyunca o izi yürüyordu.
Belki bu yüzden hep topluyor ve biriktiriyordu.
Düğmelerin aynı boyda ve beyaz renkte olmasına dikkat ediyordu. Düğmelerin çıkardığı “sesler” çok hoşuna gidiyordu. Annesi olmadığı zamanlar “Sesler” belki de kardeşiyle beraber yaz tatilleri “yalnızlığının sesi” olduğu için anlamlıydı. Düğmelerin çantanın içinde parmaklarının arasından şıkır şıkır birbiri üzerinden kayarkenki çıkardığı sesler mutluluk vericiydi. Çünkü bu mutluluğun sesi onu olduğu yerden alıp götürüyordu. Ve bu mutluluğun sesini hiç unutmuyordu. Her sabah annesiyle birlikte gittiği sonu belirsiz uzun bir yolculuktu düğmeler. Ona hep sabrı, beklemeyi hatırlatıyordu. Ama şimdi artık gidecek ülkesi yoktu. Belki evi de hiç olmamıştı. Arkasında bir hayli yol vardı. Az gitmemiş uz gitmişti. Ne yazık ki şimdi artık düğmeler de yoktu yerinde.
Bir cumartesi günü durağanlığını hatırlıyordu, annesi düğün için çağırılan yere yemek yapmaya gitmişti. Kardeşleri dışarıda evin önünde oyun oynuyorlardı. Babası evin alt katında dedesinin dükkânında dedesiyle sohbete dalmıştı. Babasından izin alarak, evlerinin karşı çaprazında oturan arkadaşı, Nigar ile birlikte evin terasına çıkıp oynamak için annesinden izin istiyordu.
Nigar ailenin tek çocuğuydu ve menenjit hastasıydı. Annesinin her an bir şey olacakmış gibi sürekli endişeli, koruyucu bakışları onun üzerindeydi. O anda Nigar hep o soluk, uzunca şeffaf yüzü, iri ela gözleri. İncecik kırılgan ışığı, geçirgen parmaklarıyla göçüp gitmeye meyilli, solgun gölgeli bir karanfil gibiydi. Bu yüzden izin alamamaktan her ne kadar korkuyorsa da uslu ve güvenilen çocuk olma duygusuna sığınıyordu. Nigar’ın annesini ikna etmekte zorlanmayacağını düşünüyor ve öyle olmasını diliyordu. Dokuz yaşlarındaydı, terasta oynamak istemesinin nedeni evlerinin caddeye yakın oluşuydu. İki kardeşi de babasının gözü önünde olduğundan onun için bir problem yoktu. Babası her ne kadar terasta oynamalarını istemese de razı olmuştu. Şimdi geriye bir tek şey kalıyordu. O zamanlar çamaşır makinesinin henüz yaygın olmadığı yıllardı. Annesinin elinde kar gibi bembeyaz yıkadığı çamaşırların kirlenmemesi için özen göstermesi gerekiyordu. Bunun için de kuruyan çamaşırları toplamalıydı.
Arkadaşına beklemesini söyledi. Güneş sıcacık bir bahar gününde bütün sıkıntıları dağıtıp bir papatyanın çocuksu neşesiyle ortalığı ısıtıyordu. Bir çırpıda ipteki çamaşırların hepsini topladı. Aşağıya inerek annesinin öğrettiği gibi elleriyle çamaşırları sıvazlayarak, güzelce katlayıp ütüye hazır hale getirip bıraktı. Şimdi sıra artık yukarıya çıkıp arkadaşıyla oynamaya gelmişti. Bunun için acele ediyordu. Tabii acele etmesinin bir başka nedeni daha vardı. Nigar’ın duvarları olmayan terasın kıyısına yaklaşıp düşmesinden korkuyordu. Bu yüzden merdivenleri koşar adımlarla çıkıyor, bir taraftan da sesleniyordu. Merdivenlerin kenarında demir korkuluklar yoktu.
“Nigar! Dikkat et, düşersin!” diye arkadaşına korku ve telaşla seslendi. Diğer taraftan da hızlı, küçük adımlarla koşturarak merdivenleri çıkıyordu. Birdenbire ayağını aceleyle boşluğa attığını hissetti kendini bir anda boşlukta buldu. “Boşluk” hissettiği yeni farkına vardığı bir duyguydu. Bir salınış, engel olamayacağı bir oluştu.
Düşen o olmuştu! Boşluğun içinde babasının aşağıda olduğunu hatırladığı o dakikanın bir anlık aralığında “baba!” diye bağırmasıydı.
“Baba!”
O an ağzı açık kalmış şiddetli bir düşme sesiyle yere merdiven basamağının keskin kısmına üst damağını vurmuştu. “Baba” kelimesi onu kurtarmıştı. Ağzı aralanmasaydı düşmenin şiddeti ile dudakları kesilebilirdi. Neyse ki bunların hiçbirisi olmamıştı. Damağı ikiye ayrılmış, dişleri etrafa dağılmıştı. Anneannesi çırpınmaya başlamıştı, ne yapacağını bilemez bir halde dizlerine vurarak kendini oradan oraya atıp duruyordu. Kırılan dişleri ortalıktaydı. Anneannesinin koşturarak getirdiği iki orta boy plastik leğen yarısına kadar kanla dolmuştu. Babası ve dedesi yukarıya çıkıp onu hastaneye yetiştirmek için çabalamışlardı…
Bilincini kaybetmemişti. Üzerinde açık mavi renkli çiçekli elbisesi vardı, babasının kucağında elleriyle elbisesindeki kan izlerini göstererek inleyerek kendini konuşmaya zorluyordu. Çok sevdiği elbisesindeki mavi mine çiçeklerinin kan lekesi olmasına çok üzülüyordu.
“Mmm! Bu elbise ile olmaz kirlendi!” Israrla kanla dolan ağzında dilini döndürüp konuşmaya çalışıyordu. Bir taraftan da kırılan ve damağına gömülen dişlerin verdiği acının yanı sıra yine yarılan damağının sancısıyla inleyerek direnç göstermeye gayret ediyordu.
“Ben böyle dışarıya çıkamam üzerimi değiştirmeliyim!” demeye çalışıyor, elbisesini çekiştirip duruyordu. Babası iyice sinirlenmişti.
“Şu haline bakmayıp hâlâ elbisesinin kirlendiğinin derdinde!” diye söylenmeye başlamıştı.