Biriktirdiklerim’den Seçmeler, 1
Cansaran Kızıltaş
Başlarken
BİRİKTİRDİKLERİM
Bugün eskilerin alınıp satıldığı pazarı, yaşanmışlıkların kokusunu rengini yaşama arzusu içinde parlatılmış cilalanmış hallerini görmek istedim. Birkaç yıldır keşfettiğim bu yer ara ara yapacak bir şey bulamadığımda bana iyi geliyor. Sanırım şimdilik yaşayan duyguların arasında yitirilmişliğin; hala hayatın içinde var olma savaşı beni mutlu kılıyor. Eski okul yolum Talat Paşa Ortaokulu, okulun bahçesinde sıraya girdiğimiz günlerden hatırladığım hep ön sırada olan ikiz kardeşler.
Saçlarımı annem çalıştığı için her gün kendi kendime ören kız çocuğuyum. Annemin fedakârlığını, yorgunluğunu dert edinip küçücük yaşımda büyük sorumlulukları bile isteye seve alıyorum. Kardeşime bakıp, onu koruyup kollayıp, her şeyden sakınıyorum. Formamı uzayan boyum nedeniyle her yıl yine kendi kendime eteğimin payını açıp uzatıp dikiyorum. Her şeyin düzenli temiz olmasına özen gösteriyorum. Okul formam etekleri ince pliseli lacivert olduğu için omzuma attığım çantamı da lacivert olarak seçip kumaşının üzerinde arma olmasına dikkat ediyorum. Bunu bulmak için de bıkmadan usanmadan az olanın peşine düşüyorum. Ayakkabılarımın lacivert önü tokalı “makosen” ayakkabı olmasına özen gösteriyorum. Daha o zamanlardan okul için bile kendi kendime tasarım yapıyorum.
Bunlar zenginliğin refahın getirdikleri değil, emekle çalışarak sayıca belki az da olsa değeri olan alın teriyle kazanılan şeylerdi. Bütün bunları, hayatımı, çocukluğumu yaşadığım bu sokaklara izi düşen ruhumun ayak izlerini yeniden duyumsamak için gidiyorum. Belki de artık bu dünyanın ortasında yapayalnızlığımı, bu kadar bozulmuşluğun içinde bana ait olanı korumak için gidiyorum. Her bir tezgâhta yaşanmışlığın izlerini taşıyan onca şey olduğunu görüyorum.
Yaşanmışlığın izleri beni hep kendine çekiyor. Bir dolu hikâye yazabileceğimi düşünüyorum. Yıllardır “biriktirdiklerimin” ağırlığı içinde her bir parçaya aşina olduğumu hissediyorum. Şu irili ufaklı porselen duvar tabaklarının çocukluğumun Şişli, Osmanbey ve Kurtuluş evlerinde farklı kültürler ve inanışlarda evleri süsleyen Viktoryen tabaklar olduğunu görür görmez anlıyorum, biliyorum. Her bir şeyde çocukluğumdan parçalar görüyorum. Opalin vazolar, Murano cam süs eşyalar, altmışlı yıllara ait janjanlı zamanların moda olmuş kolyeleri, broşları. Belki de eski Türk filmlerinden kalan hangi artistin boynunu süslemiş takılar, kolyeler filmlerde kullanılmış, işlevini yitirmiş. Elime alıp, dokunup bakmadan edemiyorum. İki üç haftadır Vintage kadınları göremiyorum, merak ediyorum. Yeni parçaların peşine düşmüş olabileceklerini düşünüyorum. Çok ucuza gayet güzel parçaları bulabileceğiniz gibi pahalı şeyler de var almak şart değil. Dolaşması görmesi de yetiyor insana, mutlu oluyorum. Büyük iri eski salon kapılarının, köşklerin, konakların merdivenlerine konulan vazoları görüyorum. İri, gösterişli, koyu mavi ve yeşil lambaları, renklerini hayranlıkla seyrediyorum. Opalin renk renk üzerleri çiçekli el boyaması gaz lambaları şimdi ait oldukları yerlerden kalkıp da buralara gelip görücüye çıkmış gibiler. Başka bir köşede bozkırın güneşini yemiş nasırlı ellerin çevirdiği yorgun taş bir el değirmeni duruyor. Bir başka tezgâhta cilalanmış bakır eşyalar dizili. Kenarı dantelâ gibi kıvrımlı bakır sahanlar, maşrapalar tencereler. Her birisi hangi yollardan geçip gelmiş hangi mutfaklarda aş pişirilmiş onlarla. Sonra bronz bir kapı kulpu duruyor önümde, ahşabıyla beraber kaybolan, evinden koparılmış bir başka eve bir başka ellerin dokunacağı dayanak olmayı bekliyor.
Yeni hikâyesini düşünürken sessiz ve durgun bir heyecanı duyumsuyor olmalı, hepsi de yeni hayatlarını yaşamak için savaş veriyorlar. Gaz lambalarını, en çok da bronz ayaklarının üzerinde durmaya çalışırken daha bir yenilenmiş görüyorum. Sonra hep aynı yerde duran tezgâha takılıyor gözlerim. Osmanlı armaları, fermanlar dikkat çekiyor. Soylu bir direnişle bir vakitler ait oldukları güçle zamana meydan okumaya çalışıyorlar. Belli ki son dönem imparatorluk bakiyesi konaklardan bugüne gelmişler.
Bir köşecikte duvar dibinde tezgâhı olan hanımı işaret ediyorum kuzenime, o tarafa doğru yöneliyoruz. Çok albenisi yok tezgâhının ama bazen bu sadelikte ummadığınız bütçenize çok uygun şeylerde olabiliyor. Bir broşa bakıyorum.
Hanım;
“Adadan”
“Hangi adadan?”
“Büyükada’dan! Artık kalan son parçalar” diyor.
Hikâyesini düşünüyorum, duraksıyorum. Baharda ada çiçeklerinin rayihasıyla tepeleri saran o renk cümbüşünü geçmiş yaz mimozalarını düşlüyorum. Coşkuyla açan begonvillerin ada evlerinin duvarlarından yollara sere serpe bir hülya içinde dökülen çiçekleri geliyor gözlerimin önüne
Çocukluk, sabrederek beklenen o günü iple çekerek, kanaat ederek hazırlanan annemin bereketli, becerikli ellerinde oluşan çeşitli yiyeceklerle piknik yaptığımız Dil Burnu, Yörük Ali Plajı uzanıyor hatıraların aynalarına. Huzurlu yeşil bir deniz gibi esen tatlı rüzgârda mis gibi çam kokuları geliyor burnuma. Yokuş yukarı çıkan faytonlar, eski zaman hikâyelerinde yaşayan roman kahramanlarının bindikleri atların bir ahenk bir musiki içinde nal sesleri geliyor kulağıma.
Elimdeki broşun eskimiş bir ada evinin gıcırdayan kapısından bir gayrimüslim, yaşı bir hayli ilerlemiş, artık sayıları yok denecek kadar azalmış, belki bir Rum ya da bir Ermeni, Musevi kadının giysisinin yakasından buralara gelmiş olabileceğini düşünüyorum. Çünkü broşun taşları, taşlarının ehemmiyetsiz oluşu ama taşların sıralanırken aralarını bağlayan tellerin özenle yapılan işçiliği nedense bana bunu düşündürtüyor.
Kadın, “Son parça; son parçalar” diyor.
Kulaklarımda son parçanın parçalanmış, el değiştirmiş artık bundan sonra hiç olamayacakmışlığın hüznü dağılıyor. Uzaklaştıkça parçaların sesi son çırpınışlarını veriyor. Viktoryen masa büfe dikkatimi çekiyor bazı eşyalar çok hırpalanmış. Alındığında epey bir bakım istiyor. Eşyalar da insanlara benziyor. Her birisinin ait olduğu yaşamın içinde rengi, dokusu, hikâyesi var. Eski fotoğraflar artık sahipsiz olduklarından buralara kadar yolculuk etmişler. İçimi bir hüzün sarıyor. Oldukça emek verilmiş, elden geçirilmiş olduğu anlaşılan otuzlu ellili yıllara ait bir kadın fotoğrafı derin bir yolculuğun gözleriyle bakıyor. Sahipsiz! Böylesi kimsesiz fotoğraflar belki daha çok çoluğu çocuğu olmayan yalnız insanların çöpe atılmış yalnız fotoğrafları. Öyle ki yalnızlıkları belki Şişli’nin, Bomonti’nin ara sokaklarından bir apartman dairesinden bir apartmanın giriş orta halli rodöşoşesinden sokağa atılıp eskilerin alınıp satıldığı bu pazara gelmiş olmalı.
Matmazel Hermine geliyor gözlerimin önüne. Uzun yıllar yaşadığı apartmanın unutulup gitmiş yalnızlığında; içimi bir hüzün kaplıyor. Sonra Madam Viktorya’yı düşlüyorum. İlkokuldayken pişirdiği o ikindi kahvelerinin kokusu sarıyor içimi. Sıcacık, bir daha hiç olmayacak kahvenin kokusu geliyor burnuma. Porselen on sekizinci yüzyıl giysili saçları bukleli hayal kızların elbiselerinde açılan pembe güllü fincanlardan içiyoruz kahvelerimizi. Bir de yanında hep uzun baton galetayla taptaze kaşarın lezzeti uyanıyor damağımda. Sepetine istif ettiği ince, hayli uzun galetalarıyla benzeşircesine uzun uzun seslenerek geçiyor sokaktan. Yine sessiz uykuya varmış ince bir öğleüstü galetacı.
“Galeta! Galeeta!”
Sonra yatak odasına girmek için izin istiyorum, çünkü buraya her geldiğimde; Madam Viktorya’nın gelinlik fotoğrafına bakmak benim için çok özel bir duygu. Onda eskiyi, yaşanmışlığı, an’ı görüyorum. Yine Viktoryen ceviz yatak odası takımının olduğu odada karyolasının başında asılı büyük boy gelinlikli fotoğrafına gençliğine bakıyorum. Şimdi ayağını sürüyen halinden uzaklara geçmişe dönüp bakmak, bağ kurmak, düşünmek istiyorum. Hayal ediyorum, dokuz yaşındayım. Başımı kaldırıyorum, gelinliğin krep demor ağır kumaşı sadeliğindeki güzellik beni etkiliyor. Başında duran tacı, saçlarının hafif dalgalar halinde omuzlarına döküldüğünü, uzun duvağını anımsıyorum. Gelinliğin eteğinin, oldukça zengin kullanılmış kumaşının sağa doğru süzülüp yoğun bir akışkanlıkla döndürülüp arkaya doğru kıvrılmış halini seviyorum. Dakikalarca seyrettiğim gelinlik fotoğrafının beni en çok da etkileyen kısmının işte bu yumuşak bir şelale gibi akan beni hayale daldıran uzaklara götüren eteklerine dökülmüş güllerin olduğunu biliyorum. Gelinliğin eteklerine cömertçe saçılan güller eski bir rüyadan arta kalan sisli mutlu bir anın hep aynı parçası olarak yaşamaya devam ediyorlar. Bir de elinde oldukça yoğun koca bir kırmızı gül demeti taşıyor. Fotoğraf soluk renklerle suskun derin, bu haliyle insanı kendine çekiyor. Güzel bir kadın. Durgun anlamlı bir yüz ifadesi, koyu kırmızı güllerin renginde kadifemsi dudaklarına yine bir gül zarifliğinde gülümseme bırakıyor.
Ve Madam Viktorya kapıdan görünüyor gülümsüyor, “Haydi, kahvemizi içelim!” diyor. Sakin, o iyi bir ekonomist. Tutumlu bir ev hanımı, bende hep bu düşünceyi uyandırıyor. Yaşlı iri bedenini sürüyerek ilerlediği mutfağında yaptığı işi ciddiye alan insanların yüzünde beliren ifadesiyle küçücük mutlulukların sıcacık zekice gülümsemesi yaylıyor gözlerine. Her seferinde hep dışı paslı eskimiş kutuyu neden hiç atmadığını düşünüyorum. Teneke kahve kutusunda yaşayan yoksul zamanları Balat’tan bugüne; Şişli’yi yeni gelişen apartman hayatına uzanan zamanı taşıyor bu kahve kutusu. Artık refah seviyesini gösteren yaşamın içinde olsalar bile kıtlık günlerinin etkisiyle o çocuk aklımla Madam Viktorya’nın hep idareli ve tutumlu davranması gerektiği düşüncesinden vazgeçmeyeceğini biliyorum. İşte bu kutu o günlerin bu düşünceyi doğrulayan kanıtı gibi duruyor. Ama galiba ben de seviyorum. Madam Viktorya’nın yorgun yaşlanmış kemikli parmaklarına alışmış, hiç zorlanmadan sahibine teslim olan kahve kutusunu… Kapağı kolaylıkla açılan, üzerinde uzun sarışınlığı silinmiş bir kadın resminin sadece koyu bir sarartısı kalmış bu eski teneke kutuyu unutmuyorum. Kahve kutusunun kapağından bir hayli beklemiş tütsülü bir dünyanın yayıldığını biliyorum. O kutuda çocukluğum yaşıyor. Ben de orasından burasından ortağım bu yaşanmışlığa. Şimdi hepsi sessiz ve derin bir bahçedeler, bir gün o derin uykudan yeniden uyanmak için orada uyumaya devam ediyorlar.
Çocukluğumun insanlarına sevgiyle iyi ki yolum bu hayatlardan geçmiş ve ben iyi ki çok şey “Biriktirmişim”. Yoksa tezgâhlarda kalan hayatların hikâyesini dolanırken yorgun bedenimle hepsini tek tek nasıl okuyabilirdim ki. Tezgâhtaki satıcının insana verdiği güveni tezgâhında bulundurduklarından onun o konudaki birikimini, bilgisini nasıl bilebilirdim ki… Yolum bugünlerde hep çocukluğumdan geçiyor. Belki çocukluk “Biriktirdiklerim” beni bugüne taşıdığı için. Doğduğum yerden sonrasında dağlara ırmaklara gönderildiğim o özgür mavilikler. Sonrasında geldiğim apartman hayatına sıkıştırılmış halamlarla birlikte bir süreliğine oturduğumuz yaşam. O yaşamın mavisizliğinde günlerce yemeyip içmeyince yeniden dağlara yollanıyorum. Hep değişik hayatları gözlemlediğim küçük bir çocuğum, Bebekken anneannemin beni yanında taşıyıp at sırtında götürdüğü dağları, ırmakları aşıp kasaba köy kadınlarının hallerini çocukça taklit ettiğim zihnime yerleştirdiğim daha birçok hayatlar…
Biliyorum daha yazacak çok şey var!
Makosen: Kelime kökeni Fransızca (mocassin).
- Kuzey Amerika yerlilerinin giydiği tek parça deri ayakkabı.
- Kısa ökçeli bağsız ayakkabı