Ömürlerin Paha Biçilmezliğine Dair Bir Kitap: Heba
Hasan Ali Toptaş; son romanında birçok heba edilen, iç içe geçmiş ömrü sorguluyor. Ömür, zihinlerimizde sonsuzmuş duygusu uyandıran ve yekpare olan zamanın içerisinde her canlıya ayrılmış özel yaşama süresidir. Zaman, sonsuz bir nehir gibi akıp gitmekte ısrar etse de her ömür yitip gitmeye mahkûm. Ömürlerimiz aynı zamanda heba olmaya aday. Yahya Kemal, “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi” diyerek boşa geçen ömürlerin tanımını ve betimlemesini yapmaya çalışmış. Hasan Ali Toptaş, “Heba”da birçok farklı etkenden ötürü mutsuz, umutsuz ve karamsarca yaşayan insanların dünyalarından kesitler sunuyor okura. Unutmamak gerekir ki parça bütünden haber verir.
Ötelere açılan birer pencere olan rüyalarımız ruhlarımızın iz düşümü niteliğindedir. Maddesel âlemde birbirimizin neredeyse aynı olsak da rüyalar âleminde tamamen ayrı ve rengârenk dünyalarda nefes alırız. Yazar Heba’ya rüya motifi ile başlıyor. Böylelikle okurun gerçek ve düş arasındaki ince, keskin çizgide dolaşmasına olanak sağlıyor. Çağlardan beri filozofların, şairlerin, sanat ehli olanların dünya hayatımızı düş metaforuyla anlamlandırma uğraşları yerinde, hatta oldukça gerekli bir eylem. Bu uğraş büyük oranda insan soyunun varoluş sancılarından kaynaklanmakta. Romanın başkahramanı Ziya’nın gördüğü düş bizlere, “gözlerimiz açıkken gördüklerimizden ve gözlerimiz kapalıyken gördüklerimizden hangisi gerçek, hangisi sahte?” dedirtir nitelikte.
Metin ve gerçeklik edebiyat kuramcılarının üzerinde yoğunlaştıkları bir mesele. Onlar ortak bir şekilde karar kılmışlardır ki, şair ya da yazar dış gerçeklikten yola çıksa da bu gerçeklikle istediği oranda oynama ve onu istediğince değiştirme özgürlüğüne sahiptir. Bununla birlikte okur, bazen herhangi bir edebi metnin içerisindeki gerçekliği dış dünyadaki ile karıştırır. Hasan Ali Toptaş Heba’sında inceden inceye okurun gerçeklik algısını sınamakta.
Askerlik, Heba’nın önemli temalarından biri niteliğinde. Ülkemizde askerlik anıları, erkeklerin dost ve aile meclislerinde en çok anlattıkları konu olsa gerek. Dinleyenler, anlatılanlarla o kadar ilgili midir bilinmez. Fakat anlatanlar her seferinde yeniden ve yeniden askerlik günlerine dönüp kâh çocuklar gibi eğlenir, kâh dinleyenleri de saran bir hüzne gömülürler. Özellikle son otuz yılda Güneydoğu’da askerlik yapanlar için ise yaşadıkları sancılı süreç, daha sonraki hayatlarından hiç kalkmayacak kesif bir gölgenin oluşumuna neden olmakta. Roman kahramanı Ziya, askerlik günlerini Silvan’da ve Suriye sınırında geçirir. Askerliği süresince yaşadığı ya da tanık olduğu olumsuzluklar iç dünyasında sarsıntılara neden olur. Yaşadığı sarsıntıların etkisi elbette ki daha sonraki yıllarda da devam edecektir. Bu nedenle Hasan Ali Toptaş, bazı aralıklarla okura nefes aldıran, tebessüm ettiren ayrıntılar katsa da yazdıklarına, genel olarak eserin kederli bir hali var.
Üslup, Hasan Ali Toptaş gibi usta kalemler için oldukça hissedilir bir niteliktir. Yazar Heba’da yıllar içerisinde özen ve özveri ile oluşturduğu üslup özelliklerini gözler önüne seriyor. Güçlü ifadeler içeren uzunlu kısalı cümleleri -ki bu romanda kısa olanları daha çok dikkatleri çeker niteliktedir- yeni yazar adayları için sağlam cümle kuruluşu açısından önemli ipuçları vermekte. Tek düze ayrıntıların etkili ve sıra dışı ifadelerle anlatımından doğan tezat okurun üslup üzerine yoğunlaşmasına neden oluyor.
Edebi eserlerde kullanılan dilin, günlük hayatta kullanılan dilin içinden sıyrılarak, görünürde fazlaca değişime bile uğramadan farklı ve alışılmamış bir simaya bürünmesi edebi eseri üstün kılan yönlerin başında gelir. Heba’da kullanılan dil ve anlatım tarif edilen özelliğe verilmiş hoş bir örnek. İmge, şiire özgü bir edebi terim olarak tanınsa da birçok edebi türde varlığını en güçlü haliyle sürdürmektedir. Hasan Ali Toptaş Heba’da imgesel anlatımdan sık sık yararlanıyor.
Yenilik ve değişim arzusu her sanatçının yeni bir eseri kaleme alırken etkisi altında olduğu bir ruh halidir. Hasan Ali Toptaş son romanı Heba’da daha önceki eserlerinden çok daha farklı bir içerik ve biçim dünyası oluşturmuş. Üslup konusunda elde ettiği ustalığı kurguda da sergileyen yazar şu veya bu kişilerce heba edilmiş hayatlar ekseninde sağlam bir olay örgüsü oluşturmuş.
Ömürleri savuran, üzerimizde “boşa geçti” duygusu uyandıran en önemli unsur yaşadığımız kırgınlıklar ve pişmanlıklardır. Yalnızlık ise bizler tarafından tercih edilse dahi yıpratıcıdır. Hasan Ali Toptaş, ruhlarımızda deprem etkisi yaratan, hüzün duygusunun ana nedeni olan ruh hallerimizi fazlaca olaya dayandırmadığı kurgusuyla etkileyici bir şekilde okura yansıtmayı başarmış. Romanın asıl üstünlüğü de burada gizli.
Heba, yedi bölümden oluşuyor. Bu bölümlerin biri hariç hepsi birbirine yakın uzunlukta. Bölümler Anahtar, Rüya, Huzur, Yazıköy, Sınır, Minnet, Fena şeklinde adlandırılmış. Sınır isimli bölüm diğerlerine oranla çok daha geniş tutulmuş. Ülkeleri birbirinden ayırmakla kalmaz sınırlar. Sınırlar aynı zamanda aramızdaki mesafeleri de derinleştirir. Hasan Ali Toptaş, Heba’ya ağırlıklı mekân olarak boşuna bir sınır kasabasını almıyor ve eserde en kapsamlı bölümü boşuna Sınır başlığı altında kaleme almıyor. Bir memleketin bittiği, bir başka memleketin başladığı topraklar elbette tarifi güç kederlere ev sahipliği yapacaklardır. Sınır kavramına romanında fazlaca yer vermek bu kavrama dikkat çekme arzusunu yansıtmakta.
Taşrada hayat oldukça yavaştır. Zaman hızdan uzak ilerler. Bu, hızdan uzak ilerleyişin asıl nedeni mekânda gerçekleşen değişimin azlığıdır. Büyükşehirlerde ise bırakın çocukluğumuza ya da gençliğimize ait ayrıntıları bulmayı birkaç yıl öncesinin mekânları bile şaşılacak bir çabuklukla değişir. Bu nedenle zamanın gelip geçiciliği duygusunun en az yaşandığı yerler köy ve kasabalardır. Heba’da yaşanan olayların taşrada geçmesinin nedeni yazarın şehrin gürültüsüne ve delişmen yüzüne gösterdiği tepki olabilir. Gerçi Hasan Ali Toptaş, taşrada olup biten farklılaşmanın neredeyse şehirlerle boy ölçüşür hâle gelmesinden de şikâyetçi. Bilirsiniz ki, erozyon adı verilen yıkım sadece toprak üzerinde gerçekleşmemekte. İnsanların ilişkilerinde, yaşadıkları meskenlerde, şehirlerde, hatta kasaba ve köylerde de gözlenebilir. Yakın geçmişin esrarlı günlerini yaşamamış olan şimdiki kuşak, bir iç geçirme hissetmese de, “nereden nereye” diyemese de Hasan Ali Toptaş gibi orta yaşını sürenler bu anlatılması zor ağırlığı yaşarlar. Heba’da hüküm süren melal büyük oranda bundan kaynaklanmaktadır.
Toplumsal dengeler, zen ve ezilenin mücadelesi; edebi eserlerde tarih kadar eski bir konu. Kurt ve kuzu ya da örs ve çekiç imgelerinde yoğunlaştırılan bir sorundur bu. Aktif veya pasif direniş… El ile dil ile hiçbir şey elimizden gelmezse kalp ile karşı durmak… Heba’da satır aralarında sanatçı duyarlılığıyla dile getirilen bir sosyal adalet arzusu bulunmakta. Sait Faik’e bir deniz emekçisine yapılan haksızlığı gördükten sonra kalemini sevdiren ve “yazmazsam delirecektim” dedirten de bu duyarlılıktır. Siyasal ve toplumsal unsurlar her eserde az çok var. Fakat bunu bağıra çağıra söylemek, propaganda niteliğine büründürmek ya da okuru fazlaca boğmadan bir şeylerden söz etmek yazarın tercihidir.
Bazıları reddetmeye kalksa da insan, madde ve ruh ikileminden oluşan bir varlıktır. Ne hayvanlar gibi bedensel yanı ağır basar onun ne de meleklerce iyilik yönü. Her insanın içinde beden ve kalp, ruh ve ceset, cismani yön ve rahmani yön sürekli bir devinim halinde. İnsanlaşma süreci adını verebileceğimiz süreç, adı geçen devinimlerin maddeden manaya, cesetten ruha, bedensellikten gökselliğe dönüşüm sürecidir. Heba ile yazar hiçbir zaman inkâr edemeyeceğimiz hayvan yanımızın önce kabulü sonra da düzenlenebilmesi meselesine ağırlık vermiş.
Düş ve gerçek, neşe ve hüzün arasında mekik dokuyor Heba’da yazar. Tıpkı her birimiz gibi. Gerçeklerin sıkıntılı dünyasından düşlere sığınmak, güneşin kavurucu etkisinden gölgeye çekilmek gibi bir kaçış. Gerçeğin reddi. Gerçeklerden kaçış genellikle durumun reddinden ibaretti. Durumun beğenilmemesi üzerine temel atan bir duygu… Araf’ta kalmak Türkçede sıklıkla kullanılan deyimlerden biri haline dönüştü son zamanlarda. Kimler Araf’ta kalır? Araf mekân olarak nasıl bir yerdir? Ziya neden Araf’ta kaldı? Okur bu türden sorularla cebelleşiyor romanda. “Kararsız olmak aynı zamanda doğru ile yanlış arasındaki ayırımı yapamaz hâle gelmektir” diyebiliyor sonuç olarak.
Yunan mitolojisinde bir canavardan söz edilir. Toplum, bireyi sıkan ve belli bir kalıba sokma konusunda acımasız olan yanıyla bu canavara benzetilebilir. Eline geçirdiği kurbanlarını bir yatağa bağlayan canavar, yatağa uzun gelenlerin ayaklarını kesmekte, kısa gelenleri ise yatak boyuna getirmek için çeke çeke uzatmaktadır. Elbette ki ayağı kesilenlerin kan kaybından, uzatılanların ise bedenlerine yapılan işkenceye dayanamayıp ölmeleri kaçınılmaz bir sondur. Hasan Ali Toptaş da toplumu bütün yönleri ile bir canavara benzetenlerden. Bir röportajında “Toplum denilen canavarla benim aram da iyi değil,” diyor. Hangimizin arası hoş olabilir ki bir canavarla. İşin ilginç yanı bizi hırpalayan, tüketen Hasan Ali Toptaş’ın dediği üzere heba eden bu canavarın hepimiz birer parçasıyız. Ondan ayrılmayı göze almıyoruz.
Peyami Sefa bir romanına ad olarak vermiş “Yalnızız” hakikatini. Kalabalıklar içinde yalnız kalmaktan yakınanlarımız ne de çok. Peyami Sefa gibi, Hasan Ali Toptaş da, son romanında zaman zaman yüksek, zaman zaman alçak sesle “yalnızız” diyor. Yalnızlık genellikle olumsuz bir his olarak algılandığı için onu kabul etmekte zorlanırız. Heba’da askerlik yalnızlığın reddi, bir olmak içgüdüsünün en yoğun yaşandığı dönem olarak işleniyor. Askerlik anılarını hiç bıkmadan anlatan erkekler aynı zamanda bir olmanın güzelliğini yaşamaktalar. Benzeri ruhsal durum okulda, sınıfta, hatta futbol karşılaşmalarının sergilendiği devasa alanlarda kendisini göstermektedir. Yalnızlıktan korkan kişiler, kendilerini kalabalıkların içine atarak yalnızlıktan kurtuldukları duygusuna kapılmaktadır.
Varoluşçu duruş ve postmodernizm, birey olmanın çıkmazlarını, son yüzyıllarda yoğunlaşan iç sıkıntılarımızı kendisine ilham kaynağı edinmiş felsefi ve edebi akımlardır. Toplumun içinde yaşayıp, çeşitli yönlerden aykırılıklar duyumsayıp, kendisiyle baş başa kaldığında bunlarla iç içe olup toplumun ortasındayken sıradanlık yaşamak zor bir durumdur. Heba’daki karakterlerin yaşadıkları varoluş problemleri temelinde bu çatışmadan kaynaklanmakta. Postmodernizm ve varoluşçuluk; yaşadığı çağ, kendi geçmişi ve insanlığın genel geçmişi arasında sıkışıp kalmış bireylerin ruh hallerinin genel bir yansıması olarak nitelendirilebileceğine göre Hasan Ali Toptaş Heba’da oldukça özgün bir postmodernlik ve varoluşçuluk örneği vermekte.
Yetişkinlik yıllarımızın şekillenmesinde çocukluğumuzda yaşadıklarımızın etkisi önemli oranda hissedilir. Heba’da çocukluk yıllarında bir kuşun gereksiz yere ölümüne neden olan Ziya yetişkinlik yıllarında işlediği aslında masum olan kabahatin vicdan azabını roman boyunca üzerinden atamaz. Ölümüne yol açtığı kuş önceleri düşlerinde, daha sonları ise gerçek hayatında peşini bir türlü bırakmaz. Hatta bu ölü kuş romanın kahramanlarından biri halini alır. Böylelikle yazar okurun gerçeklik algısını temelden sarsmış olur.
Hakikatin keşfi, insan soyunun çağlardan beri yerine getirmeye çalıştığı bir sorumluluktur. İnsan, ölümün farkına varmış bir canlı olarak hakikati keşfetme sorumluluğuna ve zorunluluğuna sahip. Mevlana’nın bir öyküsünde gözleri bağlı kişilerden bir filin herhangi bir yeri tutturulup filin ne olduğunu tanımlamaları isteniyor. Her biri filin kendi tuttuğu kısmından yola çıkarak fili tanımlıyor ve ortaya kişi adedince tanım çıkıyor. Buna benzer bir hal ile neredeyse yeryüzünde yaşayan kişi sayısı kadar hakikat tanımı var. İşin hazin yanı kişiler kendi hakikatleri uğruna başkalarını katletmeye kadar gitmekte. Hasan Ali Toptaş, hakikatin keşfi konusunda: “Delilik, yüce bir mevkidir bence. Çocukluk da öyle. Hep söylerim, hakikat diye bir şey varsa ona en çok yaklaşabilenler delilerle çocuklardır. Masumiyetlerini kaybetmemişlerdir, çünkü bilgiyle kirlenmemiş, kendilerini kendilerine akıl ipiyle bağlamamışlardır. Delilerle çocukların dışında kalanlar, hakikatin kilometrelerce uzağında döner dururlar.” diyor. Unutmamalıyız ki “Kral çıplak!” diyen de bir çocuktu. Heba’daki kahramanlar ise hep bir ağızdan bizlere “Sizler çıplaksınız!” diyorlar.
Günümüzün edebiyat dünyasında yerli yabancı hiç fark etmez sayısız sanatçıyla ve eseriyle karşı karşıya geliyoruz. Karşımıza çıkan eserlerin arasında pek azı klasik olma şansını elde edecek. Hasan Ali Toptaş’ın Heba’sı gerek kurgu, gerek üslup, gerekse içerik açısından klasik olma yolunda önemli mesafeler kat etmiş durumda. Ülkemiz okuru hem okunma listelerinde hem de beğenilerinde Heba’yı hak ettiği yere oturttu. Yaşanan çağ yangınlarına, yürek ürpertilerine bozulmamış sırrı ile ayna olma görevi üstlenen bu romanın herdem taze kalacağı şimdiden malumumuzdur.
Hatice Eğilmez Kaya