HAYRET!
Cansaran Kızıltaş
Cansaran Kızıltaş’ın “Uzun Bir yoldu Gitmek” isimli romanından
“Her şey kendini tekrar eder!”
Zil çalıyor, galiba dördüncü dersin bitiş zili. Öğretmenler odasına gidip oturdu. Cam tarafına yakın bir yere. Bir anda içinin tuhaf bir şekilde bunaldığını ve durgunlaştığını hissetti. Bu kısa bir an ders biter bitmez eve gitti. Evin yakınına geldiğinde yine bir durgunluk sardı içini. Onu bekleyen alt komşuyu gördü.
Selma: Gülfem’ê “Abla Olcay düştü! Korkma bir şeyi yok!”dedi.
Bir anda ne yapacağını şaşırdı, korkuyla ağzı açık kekelemeye başladı.
“Na, nasıl oldu?”
“İnşaat demirleri yığılı kapıyı göstererek. Bak işte orda!” Gösterdiği yer uzak değildi. Tam da evin karşısıydı. Gülfem ; Selma’nın olaya ilişkin anlattıklarını dinliyor, bir taraftan da işittiklerinden yola çıkarak olayı gözlerinde canlandırmaya çalışıyordu. Kafasına şiddetle çarpan tahtanın vuruşu güçlü bir sarsıntı olmalı.
“Olcay nerde?”
“ Hastanede!”
“Hangi hastanede?”
“Hastanede” diye yeri tarif etmesini yarım yamalak duyarak hemen bir taksi çevirmeye koşturdu. Hızlı hızlı el kol hareketleriyle geçen arabaları durdurmaya çalışıyordu. Acilen hastaneye gitmek zorunda olduğunu kekeleyerek dili ağzında kocaman bir et parçasıymış gibi zorlukla dolandırıyordu. Nihayet arabanın biri durdu. Allah’tan hastane çok yakındı. Heyecan, sıkıntı ve üzüntü içinde çocuğunu nasıl bulacağını bilememenin acısıyla karmaşık duygularla baş etmeye çalışıyor ve dua ediyordu içinden.
“Allah’ım, çocuğuma bir şey olmamıştır inşallah! N’oolur yardım et, yardım et ey Rabbim!” O kadar telaşlıydı ki hemen acile koştu. Olcay, anneannesi ve babaannesiyle sedyede doğrulmuş; gözleri korkunun, acının ve kırgınlığın izleriyle bakıyordu. Belki de suçluluk duygusuyla çocuğunun yanında olamadığı için Olcay’ın gözlerinde kırgınlık bulmak istemiş olabilirdi. Belki de öyle değildi. Ama bu duygudan kurtaramıyordu kendini. Acı, pişmanlık duygularıyla sarıldı çocuğuna. Alnının sağ tarafında henüz yeni tamamlanmış sargılı halinden belli olan dikişler vardı. Olcay ağlamış, acıdan sonraki hüznüyle bir nehrin yıkanmış sularında ıslak kirpikli iri ela gözleriyle bakıyor, bir taraftan da henüz bebekliğini yitirmemiş beyaz elleriyle alnına dokunuyordu. Bir daha sarıldı ona, şimdi ikisi de ağlıyordu. Hastanede yapılacak tedavinin kalmadığını eve dönebileceklerini söylediler. Hastaneden gece tedbir olması için hiçbir şey söylemediler. Özel ve küçük bir hastane bu haliyle ona pek de güven vermemişti. Oysa çocuğun kontrol altında tutulması gerekmez miydi? Bu duruma çok sinirlendi. Hemen bir çocuk doktoru olan arkadaşını aradı. Arkadaşı bildiği gibi gece çocuğu uyutmamasını söyledi. Heyecan ve korku içinde geceyi birlikte sabah ettiler.
Yıllar sonra yaşanılan bu olay anne ile çocuğun benzeşen yaşam örüntüsüydü. Böyle bir şeyi sanki sezmiş, aynı mevsim dönüşümünde aynı zaman aralığında içindeki bir hisle çocuğunu bu konuda uyarmıştı. Çocuğun geçirdiği büyük bir kazaydı. O da yüzüstü düşmüştü. Hem de çok kötü bir şekilde. Onun düştüğü gibi aynı yaşlarda dokuz yaşındayken aynı zamanda ve aynı günlerde. Yani mayıs ayının ilk haftasında.
Çocuğu bu olaydan bir hafta önce uyarmıştı.
“Bak yavrum! Sakın inşaata girme!” Temel ile inşaatın iç alanı arasında kalan boşluğa ustaların girmesi için uzatılarak köprü gibi kullanılan tahtayı göstererek: “Siz koşarken tahta köprü yerinden oynar düşersiniz, sakın! Senin boyun arkadaşlarına göre uzun, bu yüzden dengeni sağlayamazsın.”