KÜLTÜR TARİHİNDE ANTAKYA
ANTAKYA VE ANTAKYA TARİHİNDE HABİB-İ NECCAR
Güler GÜLER
Antakya’ya Hristiyanlığın ilk dönemlerinde tebliğ amacıyla gelen elçiler, Antakya’nın ve akabinde Anadolu’nun Hris-tiyanlaşmasında etkili olmuşlar, ancak tebliğlerinin ilk evrelerinde zulüm ve şiddete duçar olmuşlardır. Tebliğ faaliyeti yürüten ve yolları Antakya’ya düşen elçilerden olan Yahya, Yunus ve Şem’ un, tebliğ faaliyetleri neticesinde, Habib-i Neccar adı verilen bir Antakyalının hak dine girmesine vesile olmuşlardır. Ancak hidayete ermeyen şehir halkı bu elçilerle beraber Neccar’ı da şehit etmiştir. Bu olay hem Hristiyan hem de Müslüman kaynaklar tarafından ele alınmıştır.
Habib-i Neccar’ın Antakya’da bir türbesi bulunmakta, bu türbe Hristiyan ve Müslümanlar tarafından ziyaret edilmektedir. Aynı zamanda şehir merkezinde yer alan bir camii de ismini Habib-i Neccar’dan almaktadır. Günümüze kadar değişime uğraya uğraya hikâyesi anlatılan ve ismi yaşatılan Habib-i Neccar, hem sözlü hem de yazılı kaynaklar sayesinde tarihin bir köşesinde varlığını sürdürmeye devam eden kutsal bir şahsiyettir.
Anahtar Kelimeler: Habib-i Neccar, Antakya, Hristiyanlık, Şem’un, Yahya, Yunus.
Antakya, birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış; bu uygarlık-ların kültürlerinin kökleşmiş olanlarının aktarımıyla ortak bir kültürel yapı, bu topraklarda hâkim olmuş ve bu kültürel çeşitlilik hoşgörüyü beraberinde getirmiştir. Birçok destan, menkıbe, efsane, hikâye, kıssa gibi halkın kültürünü yansıtan türlerin bazı kahramanlarının yaşadığı bir şehir olan Antakya, tarihi öneminin sözlü ve yazılı kaynaklara sirayetiyle halkın muhayyilesinde bir yankı uyandırmıştır.
Antakya kültüründe önemli bir şahsiyet olarak yer edinen ve hem sözlü hem de yazılı kaynaklar tarafından tasvir edilen Habib-i Neccar hakkındaki çalışmamız, Anadolu halk kültürünün aydınlatılması yönünde yeni bir ufuk açmayı amaçlayan bir araştırmadır. Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK’ın ifade ettiği gibi bu küçük çalışmalar çoğaldıkça kültür tarihimiz gün yüzüne çıkacaktır. Kültür tarihi çalışmaları, halk inançlarının egemen olduğu bir alan olarak tarih ile folklorun işbirliği içinde olmasıyla mümkün olabileceğinden Antakya kültüründe yer edinmiş Habib-i Neccar’ın araştırılmasında folklordan bağımsız bir çalışma yürütmenin imkânsızlığı göze çarpar. Dolayısıyla, uzun yıllar Hristiyanların hüküm sürdüğü Antakya’da, Hristiyan folkloru da nazar-ı dikkate alınmak zorundadır. Özellikle çalışmamızın ana konusunu teşkil eden Habib-i Neccar gibi hem Hristiyan hem Müslüman kültürünün ürünü olan bir şahsın menkıbesinin etraflıca ele alınabilmesi için Hristiyan ve Müslüman folkloru ince-lenmelidir.
Dinî bir hüviyete sahip olan Habib-i Neccar, Anadolu’daki “Kesik Baş” efsanelerinin Hristiyan toplumundaki bir örneği olarak da karşımıza çıkmaktadır. Kesik başının dile gelmesi sebebiyle garip bir hüviyet kazanmaktadır. Bu nedenle de halk tarafından bilinen bir evliya olarak yaklaşık 2000 yıllık geçmişiyle günümüzde merak uyandıran, rivayetleri dilden dile dolaşan bir şahsiyet olarak ün salmaktadır.
Bu cezbedici kıssalar hem dini kitaplarda hem de diğer kaynaklarda anlatılarak binlerce yıllık dinler tarihine sahne olan topraklardaki hadisler bir ibret kaynağı olarak sunulmaktadır. Her yeni dinin yayılış sürecinde müjdecilerin uğradığı gazabın ve bu gazap neticesinde müjdecilerin Allah tarafından ödülledirilmesinin anlatılması, yeni hak dinin önceki hak dinlerle temellendirildiğinin bir göstergesidir. Bu kıssalar da yeni çağrıya uyulması için bir teşvik özelliği taşıdığından öneme haizdir.
Habib-i Neccar’ın kıssası efsane, masal ve destan gibi olağanüstü olayları yansıtan eserlere benzese de aslında konusunu gerçek ve kutsal addedilen bir zattan aldığı için bu türlerden ayrılır. Ayrıca Habib-i Neccar’ın şehit edilişinden sonra bile kafasının konuşması ve kendisinin cennetle ödüllendirildiğini söylemesi, onun keramet gösterdiğinin bir işareti olduğundan onu bir evliya olarak kabul edebilir ve kıssasını bir menkıbe olarak değerlendirebiliriz.
Çalışmamızda Antakya’nın tarihî simalarından biri olan Habib-i Neccar’ın Hristiyanlığın tebliği sürecinde, Antakya halkı tarafından şehit edilmesiyle sonuçlanan olay ele alınacak olup kültürel hadiseler kent tarihinden bağımsız olarak ele alınamayacağından öncelikle Antakya’nın kısa bir tarihçesi sunulmaya çalışılacaktır.
Kültür tarihiyle alakalı konuları sunan kaynakların ihtilaflı bilgiler içermesi, konuyu ele alan ansiklopedi maddelerini yorumlamamızı zorunlu kılmıştır. Bu da ansiklopedi maddelerini bir başlık altında toplamamızı ve maddeler arasındaki ihtilaflı ifadeleri ansiklopedilere gönderme yaparak dile getirmemizi beraberinde getirmiştir.
Son olarak da hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar için önem arz eden ve zaman zaman kilise, zaman zaman cami olarak varlığını sürdüren, günümüzde ise Habib-i Neccar Camii olarak faaliyet veren yapının tarihi süreçte geçirdiği değişim ve iki dini bütünleştirici yapısı ele alınacaktır.
Çalışmamızın Anadolu kültür tarihi çalışmalarının bir halkası olarak Anadolu kültür tarihini aydınlatma yolunda yapılan çalışmalara bir destek olmasını dileriz.
1-ANTAKYA’NIN TARİHÇESİ
“Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu…
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum,
Ya Rab, beni evvel getireydin, ne olurdu?”
- Akif ERSOY
Günümüzde Antakya, Doğu Akdeniz havzasında yer alan ve Türkiye’nin sınır illerinden biri olan Hatay’ın, 36 derece 10 dakika kuzey enlemi ve 36 derece 6 dakika doğu boylamı arasında yer alan merkez ilçesidir. Bu şehir kuzeyde Amanos Dağları ile güneyde Kel Dağı arasında kalan Aşağı Asi Vadisi’nin başlan-gıcındadır.
İskender İmparatorluğunun, İskender’in ölümünden sonra parçalanmasıyla oluşan yeni krallıklar içinde en büyük toprak hâkimiyetine sahip Seleucius Krallığı’na, üç asırdan fazla bir süre başkentlik yapmış, Antik Çağ’ın en büyük kültür ve ticaret merkezlerinden biri Antiocheia’dır. Şehir, coğrafi konumu, doğal güzellikleri, iklimi, ticari ve askeri önemi sayesinde Roma Çağı’nda, imparatorların gözdesi olmuş; mabetler, hamamlar, anıtlar, kolon adlı geniş caddeler, tiyatrolar ile bezenmiş olan bu kent, Roma ve İsken-deriye’den sonra imparatorluğun üçüncü büyük anakenti, o çağlarda “Doğu’nun Kraliçesi” olarak anıl-mıştır.
Selevkos Krallığının (MÖ300-MÖ64) merkezi olan Antakya’nın, M 64-MS 636 yılları arasında Roma ve Bizans İmparatorluklarının egemenliğine girdiği bilinmektedir. Bizans ordularının, 636’da İslam orduları karşısında yenilgiye uğradığı Yermük Savaşı’ndan sonra şehir, İslam orduları tarafından fethedilmiştir. Bu tarihten sonra Antakya Bölgesinde İslam hâkimiyeti başlamıştır. Bizans İmparatoru II. Nikephoros Phokas, Müslümanlarla savaşmayı kutsal bir görev saymış, bu doğrultuda yaptığı mücadeleler neticesinde, MS 968 yılında Antakya’yı yeniden ele geçirmiştir. Bu da Antakya civarında ikinci defa Bizans hâkimiyetini başlatmış oldu. 1084-1098 yılları arasında Antakya Selçuklular hâkimiyetine girmiştir. 1098’de ise Antakya kalesini ele geçiren Haçlıların burada Antakya Haçlı Prinkepsliği’ni kurdukları göze çarpmaktadır. Bu Prinkepslik, Antakya’da 1268 yılına kadar varlığını sürdürmüş; 170 yıllık bir hâkimiyetten sonra ise Antakya’daki hâkimiyetini kaybetmiştir.
Antakya surları, Antakya’nın ele geçirilmesinde büyük bir engel olarak görülmekte idi. Bu surlar Sultan Baybars için Antakya’yı Haçlıların elinden alırken engel olarak ortaya çıkmış, Baybars şehri fethetme amacıyla surları tahrip etme zorunluluğu hissetmiştir. Antakya surları gibi Asi nehri de şehrin muhafazasında önemli bir yere sahiptir. Öyle ki nehir, o dönemde 38 metreyi bulan genişliği ile Antakya’nın kuşatılmasını imkânsız kılan büyük bir engel görünümündeydi. Antakya’yı fethetmeye gelen Memlûk sultanı Baybars, bu engel ile de karşılaşmıştır. Sultan Baybars, buna rağmen 1268’de Antakya’yı Haçlıların elinden almayı başarmıştır. Yavuz Sultan Selim dönemine kadar Memlüklülerin idaresinde kalan Antakya, 24 Ağustos 1516 tarihinde yapılan Mercidabık Savaşı’ndan sonra Osmanlı hâkimiyetine girdi.
Osmanlı Dönemi’nde, Memluk idarî taksimatında Suriye niyabetini oluşturan vilâyetlerden Halep naipliğine bağlı bulunan Antakya, Osmanlıların bölgeyi fetihleri sırasında da bu durumunu koruyordu. Yavuz Sultan Selim’in fethinden sonra da bu bölge Halep eyaletinin sancaklarından birini teşkil etti ve bu sancağın merkezi oldu.
Osmanlı döneminin önemli kaynaklarından biri olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Antakya; sekiz saraylı, evleri Âsi Nehri etrafında yer alan, müstahkem surlara sahip sulak bir yer olarak tarif edilir. Kâtip Çelebi ise Antakya içinde yedi çarşının bulunduğunu, bunların üçünün üstü kapalı olduğunu, şehrin ortasındaki kilisenin kapısı üzerinde iki çalar saat yer aldığını yazar.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde olduğu gibi Antakya’da da işgaller başladı. Önce İngilizler tarafından işgal edilen Antakya, 10 Kasım 1918’den sonra da Fransızların işgaline girdi. Milli mücadelenin başladığı süreçte Suriye ve Antakya bölgesinde de direnişler başladı ve bu direnişlere Mustafa Kemal Paşa destek vererek, 20 Ekim 1921’de Fransa ile Ankara İtilafnamesi’nin yapılmasını temin etti. Bu anlaşmanın 8. maddesi ile güney sınırları çizilirken Antakya bölgesi milli sınırlar dışında kalmıştır. İtilafnamenin 7. maddesine dayanarak bölgede İskenderun Sancağı adı altında özel bir yönetim kurulmasının, Türk halkının kendi kültürünü korumasının ve Türkçenin resmi dil olmasının kabulü öngö-rülmüştür. 30 Mayıs 1926’da Fransa ile imzalanan “Dostluk ve İyi Komşuluk Sözleşmesi” ile İskenderun Sancağı için öngörülen özel yönetim teyit edilmiş, Türkiye-Suriye sınırı 3 Şubat 1930’da Fransa ile imzalanan protokol ile belirlenmiştir.
2 Eylül 1938 günü Hatay Devleti kurulmuştur. Hatay Devleti Millet Meclisi o gün Antakya’da Gündüz Sinemasında toplandı. Meclis Başkanlığına Abdülgani TÜRKMEN, Devlet Reisliğine Tayfur SÖKMEN seçildi. Milletler Cemiyeti belgelerinde “İskenderun Sancağı” olarak yer alan devletin adı “Hatay” olarak kabul edildi. 23 Haziran 1939’da imzalanan antlaşma ile Hatay’ın Türkiye’ye katılması kararlaştırıldı ve aynı gün Hatay Millet Meclisi, aldığı kararla yetkilerini olağanüstü temsilcisi Cevat AÇIKALIN’a devrederek kendisini feshetti. Böylece Hatay vilâyeti ve onun merkezi Antakya şehri Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası oldu. Dolayısıyla Ulu Önder Atatürk’ün, Hatay’ın ana vatana katılması için gösterdiği yakın ilgi ve davanın halli için verdiği direktifler doğrultusunda sürdürülen politika başarı ile sonuçlanmış ve Antakya’ da kurulan Hatay ilinin merkezi olarak günümüze kadar varlığını sürdür-müştür.
Antakya; dar sokaklarında gezerken ezan, çan ve hazan seslerinin birbirine karıştığı, mezhepleri, dinleri, ırkları, dünya görüşleri farklı olan insanların bir arada yaşadığı özgün bir kent görünümündedir. İşte bu noktadan hareketle birçok dinin kabul edildiği ve yayıldığı bir kimliğe sahiptir Antakya. Üç büyük dinin kadim uygarlıklarla buluştuğu Antakya’da cami, kilise ve sinagog yan yanadır ve dolayısıyla Antakya, dinlerin buluştuğu bir şehir olarak göze çarpmaktadır.
Hristiyanlığın ilk döneminde Roma İmparatorluğu’nun üç büyük kentinden biri Antakya idi. Yahudiler, Araplar, Persler, Grekler ve diğer kavimlerin kültürleri Antakya’da toplanmış bulunuyordu. Barnaba, Antakya’ya Hristiyanlığı yaymak için gelmiş, Yahudiler ve Greklerden bir kısım topluluğun Hristiyan olmasına vesile olmuştu. Anadolu’ya, Mezopotamya’ya, Ege ve Yunanistan’a da Hristiyanlık Antakya üzerinden yayılmıştır.
Dünyanın ilk mağara kilisesi olan St. Pierre (Aziz Petrus) kilisesinin Antakya toprakları üzerinde oyulması hadisesi de Hristiyanlığın yayılmaya çalıştığı ilk dönemlerde bu kentin bir propaganda merkezi olmasını sağlamıştır. Bu merkez Hris-tiyanlığın ilk yıllarında Hristiyanların toplantı merkezi olmuştur. Tarihte ilk Hristiyan ismi (Hıristos) de Antakya’da bu kilise cemaatine verilmiştir.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki zaman zaman direnenler olsa da Anadolu coğrafyası dolayısıyla Antakya, Hristiyanlığa kucak açan ilk coğrafyalardan biridir. İlk kiliselerin Anadolu toprakları üzerinde kurulması bunun en açık delilidir. Hris-tiyanlığın ilk kilisesi Kudüs, sadece Yahudi asıllı olan insanları bünyesinde barındırırken Antakya her ırk ve cinsten insanı toplamıştır ve Kudüs dışına çıkan Hristiyanlığın merkezi haline gelmiştir. 1983 yılında Papa VI. Paul tarafından Antakya’daki St. Pierre kilisesi, hac yeri olarak kabul edilmiş ve o günden bu yana her yıl 29 Haziran’da St. Pierre günü (bayramı) kutlamaları yapılagelmiştir.
Antakya, 636 yılında Müslümanların eline geçerek zamanla Türk-İslam merkezi haline gelmiştir. İlk mağara kilisesi Aziz Petrus kilisesi vasıtasıyla Hristiyanlığın yayılması hadisesinde olduğu gibi Anadolu’da kurulan ilk cami olan Habib-i Neccar Camisi vasıtasıyla da Müslümanlık Antakya’dan tüm Anadolu’ya yayılmıştır.
1700 yıllarında Antakya’da bir binanın Havra’ya dönüştürülmesi ile Musevî cemaatin de şehirde düzenli olarak ibadetlerini yapmaları mümkün kılınmıştır. Bu Havra’da bulunan “Tevrat”, ceylan derisi üzerine İbranice yazılmış olup bu mukad-des kitabın 500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu tahmin edilmektedir.
Antakya’daki birliktelik zaman zaman çeşitli din ve mezhepten insanların bir araya gelerek ortak faaliyetlerde bulunmalarını da beraberinde getirmiştir. Antakya’daki pederler, rahipler, rahibeler, imamlar her kesim ve her renkten insanlar bir araya gelerek 2007 yılında “Antakya Medeniyetler Korosu”nu kurmuşlar ve barışı simgeleyen Antakya’nın bir terennümü olmuşlardır.
Antakya Medeniyetler Korosu, Antakya’da yaşayan üç semavi din ve altı mezhebin temsilcilerini birleştiren bir mahiyete sahiptir. Yaklaşık yüz yirmi kişiden oluşan bu koro barışı simgeleyen beyaz ve mavi renkli kıyafetleriyle sahneye çıkarak farklı din ve mezheplere ait ilahileri farklı dillerde seslen-dirmektedirler. Bu diller arasında İbranice, Arapça, Türkçe, Ermenice ve Latince bulunmaktadır. .
Gerek etnik gerekse dinî farklılıklara rağmen Antakyalılar birlikte günümüze kadar yaşayabilmişlerdir ve aralarında pek fazla sorun çıkmamıştır. Genel olarak aynı mahalleyi bile paylaşabilen Antakya’daki gruplar, ticarî ve sosyal ilişkilerini kardeşlik çer-çevesinde sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla, Antakya, dinî ve fikrî yönden hoşgörünün tamamen hâkim olduğu ve gruplar arasında büyük boyutlara ulaşan bir sosyal sıkıntının olmadığı huzurlu bir şehirdir.
- HABİBÜ’N-NECCAR (النجار حبيب)
“Keşke Kavmim Rabbin Beni Bağışladığını ve
Beni İkram Edilenlerden Kıldığını Bilseydi.”
Yasin Suresi
Antakya birçok din ve mezhepten mühim zatlara ev sahipliği yapmış muazzam bir şehir. İşte bu muhterem zatlardan biri de iman yolunda şehit olmuş, Hristiyan olduğu iddia edilen Habib-i Neccar’dan. Habib-i Neccar, sadece bir Hristiyan değil aynı zamanda Müslümanlar arasında da kabul görmüş, Kur’an-ı Kerim’de adı geçtiğine inanılan ve Hristiyanlarla Müslümanları ortak paydada buluşturan bir kişidir.
Neccar, Antakya şehrinde kendi halinde marangozluk yapan ve herkes tarafından sevilen bir kişi olarak tarif edilir. Bu nedenle de “Sevgili Marangoz” anlamına gelen Habib-i Neccar diye anılırdı. Habib kelimesi aynı zamanda Allah’ın sevgili kulu anlamına da gelmektedir. Antakya Rum Ortodoks kilisesi Peder’i Jan Dellüller ise, Habib-i Neccar isimlendirmesinden bahsederken Habib-i Neccar’ın marangozlukla uğraşan bir kimse mi yoksa neccar sever (Habibü’n-Neccar) yani Hz. İsa’yı seven, Hz. İsa’nın marangoz olmasından yola çıkarak bir kişi mi olduğu hususunun açık olmadığını dile getirmektedir. Bu kişinin Hz. İsa’ya olan sevgisinden dolayı Habibü’n-Neccar olarak anılıyor olması durumunda gerçek isminin Habib olmadığı üzerinde de durmaktadır. İsmi konusunda bile net bilgilere sahip olmadığımız ancak adındaki ‘neccar’ ifadesinden marangoz olduğunu tahmin ettiğimiz Habib-i Neccar, MS 1. yüzyılın başlarında günümüzdeki adıyla Antakya’da yaşamış bir din şehidi olarak tarif edilmekte ancak bu, kesin bir dille ifade edilememektedir.
Kur’an-ı Kerîm’de, Habib-i Neccar’dan bahsedildiği iddia edilen surede; “karye” halkını Hakk’a davet etmek için bu şehre (Karye) gelen iki elçiye destek olmak üzere bir üçüncüsünün gönderildiği, müfessirlere göre elçilerin adları Yuhannâ, Pavlus, Şem’ûnü’s-Safâ, Simun Petrus; gönderildikleri şehir ise Antakya’dır. Halkın bunlara karşı çıktığı, sadece şehrin uzak bir yerinden gelen bir kişi Habib-i Neccar’ın iman edip onları desteklediği ve bu kişinin açıkça ifade edilmemekle beraber ayetin gelişinden anlaşıldığına göre şehir halkı tarafından öldürüldüğü, onun imanı sayesinde cennete girdiği, kendisine kötülük eden şehir halkının ise bir sayha –çığlık- ile helâk edildiği anlatılmaktadır. Rivayetin ayrıntıları şöyledir: Roma Dönemi’nde Antakya halkı putperest olduğu için Cenab-ı Hak, Hz. İsa’ya Antakya halkı için iki resul göndermesini emreder. İsa Peygamber’in iki elçisi, Yahya (Yuhanna) ve Yunus (Pavlos) tebliğ amacıyla Antakya’ya geldiğinde ilk karşılaştıkları kişi Habib-i Neccar olur. Elçiler, kendilerinin Hz. İsa’nın elçileri olduklarını, halkı hak dine davet etmek için geldiklerini Habib-i Neccar’a bildirir. Neccar, peygamber elçilerinin kerametleri olması gerektiği düşüncesine dayanarak onların peygamber elçisi olduklarını ispat etmelerini ister. Onlar da, Allah’ın yardımıyla, hastalara şifa verebileceklerini, körlerin gözlerini açabileceklerini söylerler. Neccar da onlara: “Benim yıllardan beri halktan uzak tuttuğum cüzamlı bir çocuğum var öyleyse onu iyileştirin” der. Elçiler dua ederler ve çocuk iyileşir. Neccar, bunların hak elçileri olduğuna inanır ve hak dine girer. İsa Peygamber’in elçileri, halkı hak dine davet ederken zulüm ve şiddete uğrarlar. Antakyalılar resullerin irşadına inanmayarak resulleri taşlarlar ve onları öldürmeye karar verirler. Uzaklardan koşup gelen Habib-i Neccar, resullerin doğru söylediklerini ve onlara inanmaları gerektiğini söyler. Burada bulunan putperestler, Habib-i Neccar’a bunlar seni kandırmışlar, ya eski dinine dönersin ya da ölürsün şeklinde tehdide başlarlar. Sözünden dönmeyen Neccar, müşriklerin onun canını almasıyla şehit olur. Habib-i Neccar’ın şehit edilmesi ile ilgili birçok rivayet vardır. Bunların en yaygın olanı ve halkın anlattığı olay şöyledir: Habib-i Neccar’ın başı Silpius Dağı’nda vücudundan ayrılır. Vücuttan ayrılan baş yuvarlanarak bugün cami ve türbesi bulunan yere gelir. Bugün vücudu, şehit edildiği mağarada başı ise caminin altında bulunan türbededir. Başka bir rivayete göre Habib-i Neccar kopan başını koltuğu arasına almış, Kur’an’dan ayetler okuyarak bir süre dolaşmış ve bugün türbesi bulunan yere kadar gelerek buraya düşmüştür. Bir başka rivayete göre ise Silpius Dağı’nda Habib-i Neccar’ın vücudundan ayrılan başı, dağdan şehir merkezine yuvarlanır ve bugünkü Habib-i Neccar Camisi’nin olduğu yerde durur ve baş dile gelerek “Keşke kavmim, Rabbin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi.” der. Habib-i Neccar’ın putperest bir toplumda Allah’ın tek olduğuna inanarak bu uğurda şehit edilmesiyle biten kıssası isim zikredilmeksizin “Kur’an-ı Kerim’in Kalbi” kabul edilen “Yasin Suresi’nin” 13 ile 32. ayetleri arasında, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirinde şöyle anlatılmaktadır:
13- Sen onlara, o şehir halkını örnek ver. Hani oraya peygamberler gelmişti.
14- Hani biz onlara iki peygamber göndermiştik, fakat onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de –onları- üçüncü bir peygamberle destekledik. Onlara: “Şüphesiz ki biz size gönderilmiş elçileriz.” dediler.
15- Onlar da: “Siz bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz, hem Rahman olan Allah, hiçbir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” dediler.
16- Peygamberler dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz.”
17- “Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.”
18- Onlar dediler ki: “Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden size pek acıklı bir azap dokunur.”
19- Peygamberler de şöyle cevap verdiler: “Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir. Size öğüt verildi diye mi uğursuzluğa uğradınız? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir kavimsiniz.”
20- O sırada şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: “Ey kavmim! Uyun o elçilere!”
21- “Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki onlar hidayete ermişlerdir.”
22- “Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O’na götürüleceksiniz.”
23- “Hiç ben O’ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar.”
24- “Şüphesiz ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum.”
25- “Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni.”
26- Sonra ona “Haydi gir cennete!” denildi. O da dedi ki: “Ne olurdu kavmim bilseydi!”
27- “Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını.”
28- Biz arkasından kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
29- Sadece bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler.
30- Yazıklar olsun o kullara ki kendilerine gelen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.
31- Görmediler mi ki kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine dönüp gelmiyorlar.
32- Onların hepsi toplanıp sadece bizim huzurumuza getirilmişlerdir.
Sonuç olarak, Habib-i Neccar’ın elçilerin yanında duran ve onları destekleyen bu tavırları onun kötü bir akıbete uğramasına sebep olmuştur. O, yukarıdaki ayet tefsirinden de anlaşıldığı üzere kavmi tarafından şehit edilmiştir. Tefsire göre, Habib-i Neccar’dan öldürüldükten sonra cennetteki makamı gösterilir. Bunun üzerine Neccar, “Keşke Rabb’imin beni bağışladığını ve güzel biçimde ağırlananlardan eylediğini kavmim bilseydi.” der. Bu olaydan sonra Antakya halkı helak olur. Yasin’in 28 ile 30. Ayetleri arasındaki “Ondan sonra onun kavmi üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirmeyiz de. Onların cezaları korkunç bir sesten ibaretti; sönüp gidiverdiler…” ifadesinin bu felaketi anlattığı ifade edilmektedir.
III. MUHTELİF ANSİKLOPEDİLERE GÖRE HABİB-İ NECCAR
- İslam Ansiklopedisi: Habib Al-Neccar (dülger), Antakyalı bir veli olup Araplar çok ziyaret edilen ve ona ait olduğu zannedilen bir kabrin bulunduğu Silpius Dağı’na onun adını vermişlerdir. Bu veli sadece A’mal-i Rusûl’de adı geçen ve menkıbesi Kur’an’da isim zikredilmeksizin, XXXVI, 12 ve devamında hikâye edilmiş olan Agabus’tur ve binaenaleyh Hristiyan aslındandır. O sürede şu suretle hikâye edilir: Allah, ahaliyi dine davet için iki resulü -müfessirlere nazaran: Yahya ve Yunus- ve sonra bir üçüncüyü (Şem’un) gönderip, ahali onları, vaazlarından vaz geçirmek için ölümle tehdit ettiklerinde şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak yetişti ve hemşehrilerine, bu habercilere inanmaları için nasihatte bulundu ve kendisi imanını izhar etti. O zaman gazaba gelen halk onun aleyhine döndü ve onu öldürmek için üzerine yürüdü: “Haydi cennete git” diye bağırarak, istihza etti. O ise şehitlik rütbesine layık görüldüğü için sevincini izhar etti. Bunun üzerine Allah bu kâfirleri yok etti, hem de üzerlerine ordu bile göndermeye hacet kalmadan yalnız tek bir nida ile hepsi birden öldü.
Kur’an müfessirleri bu adamın Habib al-Naccar adında, yalancı mabutların heykellerini yapan bir dülger olduğunu, lâkin resullerin izhar ettikleri mucizeleri görünce, ihtida ettiğini söylerler. Kur’an’dan Habib’in öldürülmesi dolayısı ile şehitlik mertebesine erdiği fikri çıkarıldığı için Al-Dimaşki’de Habib’in kesilmiş başını sol eli ile kaldırıp, sağ eline alarak, başı ile bağıra bağıra Kur’an’dan ayetler okuduğu halde üç gün-üç gece şehrin içinde, garip bir şekilde, dolaştığının tasviri vardır.
- Türk Ansiklopedisi: Habîb’ün-Neccar, Antakyalı bir veli. Tarih ve tefsirlerde, onun Antakya’nın bir kenar mahallesinde oturduğu, hayatını dülgerlikle kazandığı kayıtlıdır. Kur’an’da adı geçmemekle beraber, müfessirler, Yasin Suresi (36. sure) nin 13-27. ayetlerinde zikredilen hadise dolayısıyla, kendisinden bahse-derler. Mezkûr hadiseye göre Allah, sapıtmış Antakya ahalisine, önce iki elçi gönderir; bunlar tekzibe uğrayınca bir elçi daha yollar Ancak ahali, eski sapıklıklarında ısrar ederler. Bunun üzerine şehrin uç mahallesinden Habib-i Neccar koşarak gelir ve elçilere uyulmasını ihtar ederse de neticede şehit olur.
Araplar, çok ziyaret edilen kabrinin bulunduğu Silpius Dağı’na onun adını vermişlerdir.
- Yeni Türk Ansiklopedisi: Habîbü’n-Neccar, Antakyalı bir veli. “Neccar”; dülger, marangoz demektir. Hayatını dülgerlikle kazandığı için bu lakapla anılmıştır. İncil’de A’mal-i Rusûl (Resullerin İşleri) bölümünde Agabus diye ismi geçen şahıstır. Kur’an-ı Kerîm’de Yaşin Suresi (36. sure)’nin 13 ilâ 29. ayetlerinde isim zikredilmeden menkıbesi anlatılır. Allah, sapık ahaliyi hak dine davet etmek için iki elçi göndermiştir. Sonra üçüncüyü gönderir. Ahali, her üçüne de inanmaz. Onları vaaz ve telkinlerden vazgeçirmek için ölümle tehdit ederler. Bu durumda şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak gelir ve bu elçilere inanmaları için hemşehrilerine nasihatte bulunur. Kendisi, inanıp sapıklıktan kurtulduğunu söyler. Sapıklıkta ısrar eden halk, gazaba gelerek onu öldürmek kastıyla üzerine yürür. “Haydi, cennete git!” diye onunla alay ederler. Neccar, şehitlik rütbesine -Rabb’ının ikramına- lâyık görüldüğü için sevincini belirtir. Öfkeli kalabalığın öfkesinden korkmaz, çekinmez ve neticede şehit edilir. Bunun üzerine Allah, üzerlerine göklerin ordularını göndermeye bile lüzum kalmaksızın bir nida (ses, haykırış) ile bütün kâfirleri yok eder.
Tefsircilere göre resullere iman ederek şahit olan bu Antakyalı, Habibü’n-Neccar’dır. Bazı eski kitaplarda Habib’in kesilmiş başını sol eli ile kaldırıp sağ eline alarak kesik başla bağıra bağıra Kur’an’dan ayetler okuyarak üç gün üç gece şehir içinde görülmedik bir şekilde dolaştığının tasviri vardır.
- Meydan Larousse: Antakya’da yaşadığına inanılan İslam büyüğü. Şehrin kenar mahallelerinden birinde oturur, geçimini dülgerlikle sağlardı. Kur’an’da adı anılmaksızın kendisinden bahsedilir. İslam yorumcuları Yasin Suresi’nin (XXXVI. Sure) 13.-27. ayetlerinde anlatılan olay dolayısıyla ondan söz ederler. Bu olaya göre Allah, Antakya halkı sapıtınca kendilerine iki elçi yollar (yorumculara göre Yahya ve Yunus), sonra bir üçüncüsünü gönderir (Şem ’un). Ancak halk, elçileri dinlemez ve sapıklığında direnir. Bunun üzerine biri gelerek elçilerin sözüne uyulmasını söyler. Sapık halk bu adamı öldürür. Bu Habib-ün-Neccâr’dır. Kendisi cennete girer ve sapık halk tanrı tarafından yok edilir.
Araplar kabrinin bulunduğu Silpius Dağı’na Habib-ün-Neccar adını vermişlerdir.
- Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi: Antakya’da yaşadığına inanılan bir din büyüğü marangozlukla uğraştığı için kendisine ün-Neccar (dülger) unvanı verildi. Kur’an yorumcularına göre, Yasin Suresi’nin 20. ve daha sonraki ayetlerinde sözü edilen kişi odur. Yine Kur’an’da anlatıldığına (XXXVI, 13-32) ve tefsircilerin açıklamalarına göreyse Hz. İsa, Antakya’ya elçiler göndererek halkı gerçek dine çağırdı. Ancak, halk bu çağrıya tepki gösterdi. Bunun üzerine Habib ün-Neccar çıkagelerek onlara elçilere uymalarını öğütlediyse de halk, onu dinlemedi ve ölümle tehdit etti. Halkın bu tehditlerine karşın Neccar Allah’ın birliğini savundu ve şehit edildi.
- Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi: Kur’an’da adı belirtilmeksizin anılan Antakyalı (Antiokheia) veli. Kitab-ı Mukaddes’te adı geçen Kudüslü Peygamber Agabus ile özdeşleştirilir. Bazı Kur’an ayetlerinin (Yasin 13.-27.) yorumlarına göre Tanrı Antakya halkını dine çağırmak için önce iki elçi (Yahya ve Yunus) sonra üçüncü bir elçi (Şem’un) gönderir. Ama halk elçilere karşı direnir onları ölümle tehdit eder. Bu sırada kentin öbür ucundan bir adam (Habibü’n-Neccar) koşarak gelir ve halka elçilere inanmaları gerektiğini kendisinin de iman ettiğini söyler. Ama halk Habibü’n Neccar’ı taşlayarak öldürür. Habibü’n-Neccâr’ın kesilmiş başını eline alıp Kur’an’dan âyetler okuyarak üç gün üç gece Antakya sokaklarında dolaştığı da rivayet edilir.
Kitab-ı Mukaddes’e göre İmparator Claudius Dönemi’nde (İS 41-54) Kudüs’ten Antakya’ya gelen Agabus, dünyada büyük bir kıtlık olacağını söyler (Resullerin İşleri 11-28) .
İncelememizde faydalandığımız bu ansiklopediler arasında yaptığımız mukayese neticesinde ansiklopedilerin, Habib-i Neccar’ın bir veli olduğu konusunda hem fikir olmakla beraber bazılarının (İslam Ansiklopedisi, Yeni Türk Ansiklopedisi, Ana Britannica) Habib-i Neccar’ın peygamber olduğunu, İncil’in A’mal-i Rusül bölümüne dayanarak ifade ettiklerini görebilmekteyiz. Ansiklopedilerin konuyu ele alırken ki dayanak noktası Yâsin Suresi olmuşsa da bu sûrenin ayetleri belirtilirken de kaynaklar arası ihtilaf olmuştur. Mesela Meydan Larousse, Ana Britannica ve Türk Ansiklopedisi olayın, 13 ile 27. ayetler arasında; İslam Ansiklopedisi 12. ayet ve devamında; Yeni Türk Ansiklopedisi 13 ile 29. ayetler arasında; Büyük Labrossa ise 13 ile 32. ayetler arasında yer aldığını belirtmiştir. Yararlandığımız bu altı ansiklopedi Allah’ın Antakya halkını hak dine davet için gönderdiği üç elçinin (Yahya, Yunus ve Şem’un) telkinlerine uymayan halkın içinden sadece Habib-i Neccar’ın iman ederek ve hatta bu üç elçiye kalkan olarak hak dinin savunuculuğunu yapması neticesinde şehit edilişi anlatılmaktadır.
Hem İslami hem de Gayr-i Müslim kaynakların değerlen-dirmesi sonucunda; Habib-i Neccar’ın hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar için önem taşıdığı ve Habib-i Neccar’ın hem İncil hem de Kur’an-ı Kerim’deki hadiselerde anlatılan olayların kahramanı olarak gösterildiği neticesine varabiliriz. Bu da İslamiyet’teki veli motifinin sadece İslam dini çerçevesinde yetişmiş ve İslami telkinlerde bulunan veliler dışında İsevi, Musevî ve hak yolda şehit olmuş, kerametleriyle ün salmış şahsiyetleri kapsayan bir mahiyet arz ettiği sonucunu doğurmakla beraber İslamiyet’in diğer hak dinler çerçevesinde oluşmuş kıssalardan ve izhar etmiş olaylardan örneklerle dolu olduğunu gösterir.
- ANADOLU’NUN İLK CAMİSİ:
HABİB-İ NECCAR CAMİSİ
Anadolu’nun ilk camisi sayılan Habib-i Neccar Camisi, Antakyalı Marangoz Habip’ in kıssasının günümüzde ayakta duran bir abidesidir. Antakya’da yapılan bu cami sayesinde Müslüman-lık Anadolu’ya buradan yayılmıştır. Bu caminin, Hz. Ömer’in komutanlarından Ebû Ubeyde Bin Cerrah tarafından 638 yılında inşa edildiği ifade edilmektedir. Emeviler Dönemi’nde de Muaviye tarafından İslam dinini yerleştirmek ve sağlamlaştırmak adına 42 Müslüman aile Antakya’ya yerleştirilmiştir.
Habib-i Neccar Camisi’nin günümüzde cami olarak işlev görmesi onun bir cami olarak hayata geçirildiğini göster-memektedir. 13 uygarlığa ev sahipliği yapmış Antakya’nın yapılarında da bu uygarlıkların izlerini taşıdığı muhakkaktır. Habib-i Neccar’ın ve havarilerin mezarlarının günümüzde cami olarak varlığını sürdüren Habib-i Neccar Camii’nin altında yer almasının aslında bir Hristiyan geleneği olduğu dikkatleri çekmektedir. Kilisede hizmet yapanların, mühim zatların, hayatlarını Hristiyanlığın yayılması ve yerleşmesine adayanların, kiliselerin altında gömüldükleri şeklindeki Hristiyan geleneği, Habib-i Neccar Camii’nin geçmişte kilise olarak kullanıldığını destekler niteliktedir. Bu kilisenin “Kesik Başlı Yuhanna” adı ile bir dönem varlığını sürdürdüğü de ifade edilmektedir. Dolayısıyla Ubeyde bin Cerrah tarafından yapıldığı iddia edilen caminin aslında Ubeyde tarafından kiliseden camiye çevrilmiş olabileceği hususu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Habib-i Neccar Camisi’nin tarihi süreç içindeki gelişimi, şehrin tarihiyle paralel bir merhale kat etmiştir. Mesela; Antakya, 969 yılında Bizanslıların eline geçmiş ve Habib-i Neccar Camisi bundan sonra 1084 yılına kadar kilise olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak 1084 yılında şehri ele geçiren Süleyman şah, bu büyük kiliseyi camiye çevirtmiştir. Rivayetlere göre, 17.12.1084 Cuma günü 110 müezzin tarafından okunan ezandan sonra kalabalık bir cemaatle burada “Cuma Namazı” kılınmıştır. Şehrin 1098 senesinde Haçlılar tarafından ele geçirilmesiyle, cami binası tekrar kilise olarak kullanılmıştır. Bahsettiğimiz bu yapının ise günümüz Habib-i Neccar Camisi’nin olduğu mevkide yer almadığı daha sonraki bir süreçte günümüzdeki yerinde inşa edildiğine dair söylentiler de bulunmaktadır.
Memlûk Sultanı Baybars, 1268 yılında Antakya’yı zapt ettiğinde, şehirde bir cami yaptırmıştır. Bu caminin, Habib-i Neccar’ın anısına hürmeten bugünkü caminin bulunduğu bölgede yapılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Bugün caminin minaresinde geçen “El Melikü’z-Zahir” adının Baybars’ın adı olmasından hareketle, Habib-i Neccar Camisinin olduğu yerin en az Memlûk egemenliğine kadar tarihlendirilebileceği ifade edilebilmektedir. Ancak bu yazının caminin Memlüklüler tarafından tamir edildiğine de işaret ediyor olabileceği hususu göz ardı edilmemelidir. Çok sayıda depremin yaşandığı Antakya’daki bu cami, depremden zarar gördüğü için yeniden yapılmış ve minaresi eski şeklini korumuştur. Caminin kitabesinde yeniden yapım tarihi olarak hicri 1275 yazmaktadır. Caminin kuzeydoğu köşesinde, yerin dört metre derinliğinde putperestler tarafından şehit edilen Habib-i Neccar’ın türbesi de bulunmaktadır.
Habib-i Neccar Camisinin dört metre altındaki türbesinin Hristiyanlar tarafından kutsanması göz önünde bulundurularak Habib-i Neccar’ın şehit edildiği döneme kadar tarihlen-dirilebileceği ifade edilmektedir. Ubeyd’e Bin Cerrah’ın 636 yılında cami ile beraber türbeyi yaptırdığı zannedilse de o tarihlerde İslam mimarisinde türbe geleneğinin olmayışı bu ihtimali zayıflatmakta ve türbenin Hristiyanlar tarafından inşa edilmiş olabileceği ihtimalini kuvvetlenmektedir. Bu da Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı resmi din olarak kabul ettiği IV. yüzyılda türbenin bir anıt mezar olarak yapılmış olabileceği görüşünü destekler nitelikte olmaktadır.
Habib-i Neccar Cami ve külliyesi; yamuk bir avlunun etrafına sıralanmış yapılardan meydana gelmektedir. Avlunun kıble yönünde cami; doğusunda türbe ve bunlarla bağlantılı hücreler ile taç kapı; kuzeyinde medrese hücreleri ve şadırvan; batıda ise yine dört medrese hücresi yer almaktadır. Külliyenin çeşitli yerlerinde olmak üzere toplam sekiz kitabe bulunmaktadır.
İbn Battuta (1304–1369) Seyahatnamesi’nde Habib-i Neccar Külliyesi’ndeki yapıları; türbe, imaret ve tekke şeklinde sıralamaktadır ve camiden bahsetmemektedir. Habibü’n-Neccar Camisi hakkında bilgi veren bir diğer kaynak ise Evliya Çelebi Seyahatnamesi olup burada da yapıdan tekke olarak bahsedilmektedir. Doğrudan Habib Neccar Teknesi’nden cami olarak bahseden belge 1721 tarihli fermandır ki bu ferman caminin onarımıyla ilgili emirleri içermektedir. Bu da caminin bu tarihi müteakip bir süreçte bir tamir geçirmiş olabileceğine işaret etmektedir.
Birinci derece deprem kuşağında bulunan Antakya dolayısıyla Habib-i Neccar Camisi, birçok depremde hasar görmüştür. En son 1854 yılındaki büyük depremde tamamen yıkılmış ve 1858 yılında Osmanlı Sultanı Abdülmecit tarafından yeniden Osmanlı mimarî tarzında yaptırılmıştır. Cami, dört gizli sütun üzerine kubbeli olarak inşa edilmiştir. Etrafı medrese odaları ile çevrilidir. Cami avlusunda bulunan şadırvan da bu dönemin eseridir.
Habib-i Neccar Medresesi, Habib-i Neccar Camisi’nin avlusunun kuzeyinde yedi, batısında dört ve doğusunda yer alan bir hücreden oluşmakta olup toplam on iki hücre barındırmaktadır. Medresenin bilinen ilk onarımının 1863 yılında gerçekleştirilmiş olduğunu kitabesinden öğrenmekteyiz.
Eski Antakya surları içinde yer alan “Habib-i Neccar Camisi ve Külliyesi”, şehrin mühim tarihi yapılarından birini oluşturmuş ve uzun bir geçmişi olan bu yapı, şehir tarihine şahitlik etmiştir. Antakya, eskiden beri Hristiyanlar için önemli bir şehir hatta bir hac merkezi olarak varlığını sürdürmüştür. Hristiyan olduğu iddia edilen Habib-i Neccar’ın bu şehirde şehit edilmesi ve günümüzde Habib-i Neccar Camisi adı verilen mekânda mezarının olduğunun tahmin edilmesi dolayısıyla, bu camideki türbe Hristiyanlar tarafından ziyaretgâh olarak kabul edilmiştir. Aynı zamanda Müslüman tarihinde de önemli bir yere sahip bu cami, Hristiyanlar ile Müslümanları buluşturan bir mekân olmuştur.
Hem Müslüman hem de Hristiyan kültüründe önemli bir yere sahip olan Habib-i Neccar, bir inanç abidesi olmuş, iki toplumu birleştiren bir hüviyet arz etmiştir. Hem İncil hem de Kur’an-ı Kerim’de kıssası geçen şahsın, Habib-i Neccar olduğunun ifade edilmesi bu şahsın iki din için önem arz ettiğinin bir göstergesidir. Müslümanlar, Neccar’ın bir evliya olarak kabul ederken Hristiyanlar A’mal-i Rüsul’e dayanarak Habib-i Neccar’ı Agabus adı verilen bir peygamberle de özdeşleştirmektedir. Miladî 1. yüzyılda yaşadığı düşünülen Habib-i Neccar hakkındaki düşüncelerin net olmaması, yaşadığı dönem üzerinden yaklaşık 2000 yıl geçmiş olmasından da kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla insanlar arasında Habib-i Neccar ile ilgili sayısız efsanenin dilden dile dolaşması kadar tabii bir şey olamaz.
Kanaatimizce Habib-i Neccar ile ilgili efsaneler, Antakya topraklarında İslamiyet’in yayılmaya başlamasıyla beraber, İslami etkiler etrafında şekillenmiş, İslam kültürü bu Hristiyan zât hakkındaki efsaneleri etkisi altına almıştır. Buna delil olarak da; “Habib-i Neccar’ın şehit edildikten sonra, başını koltuğunun altına alarak Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuduğu” yönündeki rivayeti gösterebiliriz.
Habib-i Neccar’ın isminin verildiği camiye gelince, bu cami hem Hristiyan hem de Müslümanlar tarafından dinî amaçlar doğrultusunda ziyaret edilen nadir yerlerden biri olması münasebetiyle, Antakya şehrine önem ve gizem katmaktadır.
EKLER
- 1: MENÂKIB-İ HABÎB-İ NECCÂR
Bâlâda tahrîr olunan bânî-i Antakıyye Bî‘atü’l-Kassân nâm melikin bir nûr-i dîde ciğer-kûşesi var idi. Ol dahi pederi gibi Hazret-i Mesîh’e îmân getirüp mü’min ü muvahhid olmuş idi. Hikmet-i Hüdâ ecel-i müsemmâsı gülüp “İrci‘î ilâ rabbik” emrine imtisâlen cânib-i Hakk’a revâne olup Antakıyye içre defn olunup yedi seneden sonra bu Hazret-i Habîb-i Neccâr bu Antakıyye şehrine gelüp cümle halkı dîn-i Mesîh’e da‘vet etdik de cümle ahâlî-i beled Habîb-i Neccâr’dan mu‘cize isteyüp “Bizim melîkimizin Yavhîd nâmında bir âdil oğlu var idi. Yedi senedir merhûm oldu. Anı ihyâ eyle, cümlemiz îmâna gelelim” dediler. Derhâl Habîb-i Neccâr kabr-i şehzâde üzre varup du‘â edüp “Kum bi-iznillah” deyince bi-emri Hüdâ şehzâde-i âzâde azâb-ı kabrden âzâd olup hayât bulduk da yedi sene mu‘ammer olup cümle ehl-i Antakıyye İslam ile müşerref olup şehzâde yedi sâlde ol kadar adl-i adâletler edüp deyr-i kebîrler ve hayrât-ı vefîrler edüp şehr-i Antakıyye’yi imâr ederken Habîb-i Neccâr kifâf-ı nefs içün neccârlık etdüğünden Habîb-i Neccâr derler. Ol asrda dülgerlerin pîri ol idi. Ammâ Hazret-i Risâlet-penâh asrında Ebü’l-Kâsım Abdülvâhid en-Neccârî’dir. Hazret huzûrunda Selmân-ı Pâk belin bağlayup kırk ikinci pîr olup [İbn] Zübeyr hazretlerinin fermâniyle Mekke-i Mükerreme’ye bir bâb dahi binâ edüp huccâc birinden girüp birinden çıkarlardı. Ba‘dehû Yûsuf Haccâc-ı Zâlim gelüp zulm ile (Mekke’de) ceng-i azîm edüp [İbn] Zübeyr hazretleri mündehim olup “Niçün Mekke’ye bir kapu dahi ihdâs etdin?” deyü Hazret-i [İbn] Zübeyr’i sene (—) târîhinde Haccâc-ı Zâlim salb edüp kabr-i Zübeyr kurâfe-i mu‘allâdadır. Neccârların pîri Ebü’l-Kâsım’ı dahi kapu inşâ etdiğiyçün salb etmek murâd edindik de Ebü’l-Kâsım Cidde’den gemiyle Habeş’e firâr edüp andan Asvân şehrinde Dâr-ı Bâkî’de karâr etti. Ammâ pîr-i neccâr-ı kadîm Habîb-i Neccâr idi (Hazret-i Habîb-i Neccâr bu Antakıyye’de Yavhîd nâm) şehzâde-i mürde iken ihyâ edüp keşf-i mu‘cize etdüğün münkerîn görüp âhir yedi seneden sonra Habîb-i Neccâr’ı şehîd edüp ser-i sa‘âdeti kûh-ı bâlâdan galtân olarak aşağı şehirde bir gâr-ı hafrde (—) nerdübân ile inilir bir tekye-i pür-envâr içinde medfûn olup cemî‘i ehl-i İslam ü Nasâra kavminin ziyaretgâhıdır.
KAYNAKÇA
Tetkik Eserler :AYDIN, Mehmet, “Antakya ve Tarsus Eksenli İlk Dönem Hristiyanlığına Bir Bakış”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 15, Konya 2003, s. 5-16.
ÇÖĞGÜN, Mustafa, “Antakya Medeniyetler Korosu ve Dinlerarası Hoşgörü”, İdarecinin Sesi, Haziran 2012, s.64-67.
DEDEHAYIR, Handan, “Tarihi Kentler Birliği Antakya Semineri”, Geçmişten Geleceğe Yerel Kimlik, Hatay, 20 Şubat 2010, s. 6-22.
DEMİR, Ataman, Çağlar İçinde Antakya, Akbank Yayınları, İstanbul 1996.
DEMİR, Ataman, “Antakya ve Antakya Tarihinde Bir Dönem (1098-1268)”, Mimarlık Dergisi, s. 281, Ankara, s.24-27.
EVLİYÂ ÇELEBİ B. DERVİŞ MUHAMMED ZILLÎ, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 304 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu, Haz. Robert Dankoff, Sedyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, C. III, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2006.
GÖKHAN, İlyas, “Memlûkler Dönemi’nde Antakya (1268–1516)”, Hatay Araştırmaları I, (Ed. Ahmet Gündüz- Selim Kaya), Antakya Belediyesi Yayınları, Hatay 2010.
GÜNDÜZ, Ahmet, XVI. Yüzyılda Antakya Kazası (1550–1584), Mustafa Kemal Üniversitesi Yayınları, Antakya 2009.
GÜNDÜZ, Ahmet -Haydar Çoruh, Hoşgörü ve Bilimin Adresi Mustafa Kemal Üniversitesi 20.Yıl (1992-2012), Hatay 2012.
HATİPOĞLU, Süleyman, “Atatürk’ün Dış Politika Zaferi: Hatay”, Hatay Araştırmaları I, (Ed. Ahmet Gündüz-Selim Kaya), Antakya Belediyesi Yayınları, Hatay 2010.
KARA, Adem, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Antakya (1800-1850), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2004.
MEMİŞ, Ekrem, “Dinlerin Buluştuğu Nokta: Anadolu”, Dinlerin Buluşması Semineri, 18-20 Mart 2005, s.59-68.
OCAK, Ahmet Yaşar, Türk Folklorunda Kesik Baş (Tarih-Folklor İlişkisinden Bir Kesit), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 95, Ankara 1989.
ŞAHİN, Hüseyin, Tüm Zamanların Şehri Hatay: Barış, Kültür ve Hoşgörü Kenti, Hatay Valiliği Yayınları, Hatay 2011.
ŞANCI, Fuat, Hatay İlinde Türk Mimarisi I, Ankara Üniversitesi SBE İslam Tarihi ve Sanatları ABD (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2006.
“Tarihin Sığınağı Hatay”, Sesimiz, S. 8, Ağustos 2006, s. 12-13.
TEKİN, Mehmet, “Habib-i Neccar Camii ve Türbesi”, Hatay Aylık Kültür ve Keşif Dergisi, S.10, Nisan 2008, s.8-13.
TOKSOY, Ahmet, “Süleyman Şah’ın Güney Seferi ve Ölümü”, Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi, c.6, s. 2, Erzincan 2004, s. 63-69.
TOMA, Turgut -Emre Akkuyu, T.C. Hatay Valiliği Çevre Ve Şehircilik İl Müdürlüğü Hatay Çevre Durum Raporu, Hatay 2011.
YILDIRIM, Münir, “Tarihsel Süreç İçerisinde Ortodoks Hristiyanlıktaki Patriklikler”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 3, S. 2, Temmuz Aralık 2003, s. 235-251.
YILMAZ, Yasin, İslam Kaynaklarına Göre Ashab-ı Karye ve Habib Neccar, Semih Ofset, Ankara 2013.
Ansiklopedi Maddeleri
ATEŞ, Süleyman, “Habîb En-Neccâr”, Türkiye Diyanet Vakfı İşlam Ansiklopedisi, c. 14, İstanbul, 1996, s.373-374.
“Habîb’ün-Neccâr”, Türk Ansiklopedisi, c. 18, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1970, s. 263.
“Habîbünneccâr”, İslam Ansiklopedisi, c. 5, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1977, s. 9-10.
“Habib-Ün-Neccar”, Meydan Larousse, c. 5, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1981, s. 483.
“Habib Neccâr”, Yeni Türk Ansiklopedisi, c. 3, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1985, s. 1161.
“Habib Ün-Neccar”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, c. 8, Gelişim Yayınları, 1986, s. 4894.
“Habibü’n-Neccar”, Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 14, İstanbul, s. 268.
SAHİLLİOĞLU, Halil, “Antakya”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.3, İstanbul 1991, s. 228-232.
Gazete Yazıları
“Ezan, Çan, Hazan, Antakya”, Bir gün Halkın Gazetesi, 01 Mart 2008.
ÖZARSLAN, Sevinç, “Anadolu’nun İlk Cami Habib-i Neccar’ın Uzun Hikâyesi”, Zaman Gazetesi, 29 Mayıs 2010.
Hatay Valiliği Belgesel ve Broşürleri
T.C. Hatay Valiliği, Habibi-i Neccar Belgeseli-2013.
“Anadolu’da İnşa Edilen İlk Cami”, T.C. Hatay Valiliği İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Hatay İl Özel İdaresi Genel Sekreterliği tarafından yaptırılmış broşür.
“Aziz Petrus (St. Pierre) kilisesi – dünyanın ilk mağara kilisesi-”, T.C. Hatay Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Hatay İl Özel İdaresi Genel Sekreterliği tarafından yaptırılmış broşür.
“Tarihte İlklerin Yaşandığı Şehir”, T.C. Hatay Valiliği İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Hatay İl Özel İdaresi Genel Sekreterliği tarafından yaptırılmış broşür.
İnternet Adresleri:
http://www.kuranikerim.com/telmalili/yasin.htm.
http://www.dunya-tarihi.com/
www.hatay.gov.tr
Kaynak Kişiler
Ahmet Güler, Antakya; 02.03.2014 Pazar.
Jan Dellüller, Antakya Rum Ortodoks kilisesi Pederi